

AKıL FiKiR KULüBü ÜYESi
2015 yılından bu zamana dek Türk askerinin ve Türk polisinin kararlı mücadelesi sonucunda fiilen etkisiz hale getirilen PKK, bir anlamda yaşayan cenazeye dönüşmüştü. Bu gerçeği gören Abdullah Öcalan’ın PKK’ya yönelik Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milletiyle bütünleşme stratejisi taşıyan çağrıları sonucunda PKK kendini feshetti ve silah bıraktı ancak bu süreç, yalnızca fırsatlar değil, aynı zamanda yeni tehditleri de beraberinde getirdi. ABD ve İsrail, Türkiye’nin bütünleşmesi yönündeki ilerleyişini sekteye uğratmak amacıyla harekete geçti, sözde “milliyetçilik” ya da “solculuk” maskesiyle sahaya sürdükleri aktörler aracılığıyla yeni bir ayrılıkçılık kampanyası başlattı.
PKK’nın silah bırakması, Türküyle Kürdüyle milletimizin bütünleşmesi için bir zemin oluştururken; bu birlik ihtimalinden rahatsız olan emperyalist merkezler, toplumu etnik kamplara ayırmayı hedefleyen yeni bir psikolojik savaş süreci başlatmıştır. Bu süreçte Zafer Partisi ve İYİ Parti gibi sahte milliyetçiler ile TİP gibi sahte solcular, ABD-İsrail eksenli bu senaryoda ortak rol üstlenmektedir. Amaçları, Türk milletinin asli unsurlarından biri olan Kürt yurttaşlarımızı milletten koparmak; milliyetçilik kavramını ırkçılığa indirgemek ve Cumhuriyet Devrimi’nin en büyük kazanımlarından biri olan milletleşme sürecini tersine çevirmektir.
İşte bu yazıda, Türk milletinin nasıl tarihsel olarak oluştuğunu, Cumhuriyet’in bu süreçteki birleştirici rolünü ve neden bugün “Türk de biziz, Kürt de biziz, hepimiz Türk milletiyiz” demenin bir tercihten değil, bir tarihsel zorunluluktan kaynaklandığını anlatacağım.
Milletin Doğuşu, Milletleşmenin Oluşumu
Türk milletinin oluşumunu kavrayabilmek için öncelikle “millet” ve “milletleşme” kavramlarının ne anlama geldiğini açıklamak gerekir. Millet kavramı, yalnızca ortak bir etnik kökene dayanan bir topluluğu değil; aynı zamanda ortak bir dil, tarih, kültür, değerler bütünü ve gelecek idealinde birleşen toplulukların, siyasal bir bütünlük ve ortak aidiyet duygusu etrafında örgütlenmesini ifade eder. Millet kavramı, özellikle modern ulus-devletlerin tarih sahnesine çıktığı dönemde anlam ve biçim kazanmıştır. Buna bağlı olarak milletleşme ise, bir toplumun bu siyasal ve kültürel bütünlüğe ulaşma sürecidir. Her milletin milletleşme süreci, o toplumun kendi tarihsel, sosyal ve ekonomik koşullarına bağlı olarak farklılık gösterir. Ancak bu süreçlerin ortak paydası, feodal yapının çözülmesi ve kapitalist üretim tarzının gelişmeye başlamasıyla yaşanan toplumsal dönüşümlerdir. Bu dönüşümün en çarpıcı ivmesi, 1789 Fransız Devrimi’nde kendini göstermiştir. Devrim, krallığın tebaasını bir milletin eşit yurttaşları haline getirerek halk egemenliğine dayalı bir ulus anlayışının önünü açmıştır. Böylece dinsel ve feodal aidiyetlerin yerine, ortak kamusal değerler ve siyasal haklar etrafında şekillenen yeni bir millet anlayışı doğmuştur.
Bu tarihsel çerçeve, hem milletin hem de milletleşmenin yalnızca kültürel değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bir inşa süreci olduğunu ortaya koyar. Türk milletinin oluşumu da işte bu tarihsel bağlam içinde, özgün bir gelişim çizgisi izleyerek gerçekleşmiştir.
Vatan Olmadan Millet Olmaz!
"Vatan" düşüncesi, halkların tarihsel olarak geliştirdikleri birlikte yaşama iradesini, feodalizm, sömürgeci kapitalizm ve emperyalizme karşı verdikleri mücadele ortamında somutlaştırmalarıyla ortaya çıkmıştır.
Türkiye tarihinde de, millet en başta, belirli bir toprağa bağlı olarak, "vatan" tasavvurunu geliştirmiştir. Jön Türkler ile birlikte bu topraklara ait bir vatan toprağı fikri oluşmuştur; üzerinde birlikte yaşanılan, uğruna mücadele verilen ve gerektiğinde can verilen toprak parçası. Namık Kemal, "Vatan Yahut Silistre" eserinde bu bilinci işlemiştir. Yeni Osmanlılar hareketi, toprakların da Osmanlı menkulü değil, millete, "Yeni Osmanlılar"a ait olduğu anlayışını millete aşılıyordu.
Meşrutiyet Devrimi sürecinde Namık Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde şekillenen “vatan” anlayışının ardından, 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında “Türk” adı, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki'nin yürüttüğü devrimci mücadeleler içinde halkı temsil eden ve devrimi gerçekleştirecek özne olarak öne çıktı. Türk ismi, Kurtuluş Savaşı ve Müdafaa-i Hukuk dönemiyle birlikte Cumhuriyet Devrimi sürecinde de milletleşme hamlesini gerçekleştiren halkın adı olarak tarihe mal oldu ve kalıcılaştı.
Türklerin milletleşme süreci, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verilen mücadeleler olarak, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı duraklarından geçerek Kemalist Devrim’le doruğuna ulaşmıştır.
Türk Milletinin Oluşumu
Osmanlı Devleti, asırlar boyunca farklı etnik ve mezhepsel toplulukları, din esasına dayalı bir “millet sistemi” içinde yönetti. Kürtler, Türkler, Araplar ve diğer milliyetler; Müslüman oldukları için aynı ümmet içinde yer alıyor, ama eşit yurttaş değil, padişahın kulları olarak tanımlanıyordu. Bu yapı, halkı bir millet haline getirecek siyasi ve hukuki temellerden yoksundu. İşte bu nedenle Osmanlı’nın çözülüşü yalnızca bir imparatorluğun çöküşü değil; bir milletin doğuşuna da zemin hazırlayan tarihsel bir süreci başlattı.
Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk Devrimi, yalnızca bir kurtuluş savaşı değil, aynı zamanda bir milletleşme devrimidir. 1920'de Meclis’in kurulması ve ardından Cumhuriyet’in ilanı, Türkiye halkını “padişahın kulları” olmaktan çıkarıp eşit haklara sahip, ortak bir yurttaşlık paydasında birleşmiş bir millet haline getirmiştir.
1924 Anayasası’nda ifadesini bulan “Türkiye halkına, din ve ırk farkı gözetilmeksizin, vatandaşlık itibarıyla Türk denir” hükmü, işte bu devrimci dönüşümün hukuki temelidir. Böylece etnik aidiyetlerin ötesine geçen, siyasal bir kimlik olarak “Türk milleti” tanımlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birleştirici harcı haline gelmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrosu, başta Atatürk olmak üzere, Misak-ı Millî ve diğer anayasal belgelerde Türkler ile Kürtlerin hem farklı etnik kimliklere sahip olduklarını hem de birlikte aynı milleti oluşturduklarını açıkça vurgulamışlardır. Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye'yi temsil eden İsmet İnönü, Türkiye’yi “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlamıştır. Atatürk ise, Türk Milleti’ni şu şekilde tanımlamıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”
Milletin oluşumu nasıl tarihsel bir süreç sonucu gerçekleşmişse, milletin adı da tarihsel koşullar içinde şekillenmiştir. “Türk Milleti” kimliği herhangi bir karar veya dayatma ile değil, tarihsel gelişmelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Türkler, tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren devlet kurma geleneğine sahip olmuş ve milletleşme sürecine yön vermiştir. Bu tarihsel rol, “Türk Milleti” adının benimsenmesini doğal ve kaçınılmaz kılmıştır.
Milleti Bir Arada Tutan Harç: Ortak Değerlerde Bütünleşme
Millet yalnızca nüfus sayımıyla tespit edilen bir topluluk değil; ortak değerler, ortak hatıralar ve ortak idealler etrafında birleşmiş bir siyasal ve kültürel varlıktır. Bir milleti oluşturan bireyleri birbirine bağlayan temel harç, yalnızca kan bağı ya da etnik köken değil; tarih boyunca birlikte yaşanmış acı ve sevinçler, ortak bir gelecek ülküsü ve bu ülkeyi gerçekleştirme iradesidir.
Türk milleti de bu çerçevede şekillenmiştir. Türk milletinin temelini oluşturan harç; Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza çarpışarak Türküyle Kürdüyle emperyalizme karşı döktüğümüz kandır. Aynı cephede emperyalizme karşı savaşmış olmanın verdiği kardeşlik, bu milletin ruhuna işlemiştir. Bizi millet yapan unsur; aynı sofraya oturabilmemizi, aynı türküyü söyleyebilmemizi, aynı bayrağın altında aynı vatan için mücadele edebilmemizi mümkün kılan ortak yaşanmışlıklardır.
Türk milleti, ortak bir dilin, ortak bir tarihin, ortak bir kültürün ve ortak bir vatanın üzerinde yükselmiştir. Ancak bütün bunların ötesinde en güçlü bağ, halkın ortaklaşa kurduğu Cumhuriyet’tir. Cumhuriyet, etnik ya da mezhepsel ayrımları değil, yurttaşlık temelinde eşitliği esas alarak Türk milletini inşa etmiş; bu inşa sürecinde en büyük harç, halkın ortak kader bilinci olmuştur.
Türk milletinin asli bir unsuru: Kürtler
Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde yalnızca bir seyirci değil, doğrudan bu sürecin etkin bir kurucu unsuru olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Anadolu’nun işgaline karşı yürütülen antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nda Kürtler, Türklerle birlikte ortak bir cephede yer almış, mücadeleye hem askeri hem de siyasal düzeyde katkı sunmuştur.
Bunun en açık göstergelerinden biri, 1919-1922 yılları arasında Kürtlerin Türklerle birlikte sürdürdüğü silahlı direniş olmuştur. Doğu Cephesi’ndeki çatışmalarda Kürtlerin önemli bir kısmı Türk birlikleriyle aynı safta yer almış, özellikle Sivas Kongresi sürecinde temsil edilen Kürt delegelerle birlikte ortak bir siyasi zemin oluşturulmuştur. Bu, Kürtlerin Türkiye’nin kuruluşundaki fiilî ve meşru temsiline işaret eder.
Kürtlerin desteği yalnızca Doğu Anadolu’yla sınırlı kalmamış; Musul vilayetinde 1919’dan itibaren İngiliz emperyalizmine karşı Şeyh Mahmut Berzenci öncülüğünde yürütülen mücadele de bu sürecin parçası olmuştur. Berzenci liderliğindeki Kürt isyanı, Revenduz bölgesinde 1920–1923 arasında devam etmiş, Yarbay Özdemir Bey komutasındaki birliklerle koordineli biçimde yürütülen bu direniş, Kurtuluş Savaşı’nın geniş cephelerinden biri olarak öne çıkmıştır. Bu örnek, Kürtlerin sadece Türkiye sınırları içinde değil, Musul gibi tartışmalı bölgelerde de Cumhuriyet lehine tutum aldığını açıkça ortaya koymaktadır.
TBMM’nin ilk döneminde de Kürtler, siyasi temsilleriyle yeni devletin inşasında doğrudan yer almışlardır. Kürt milletvekilleri Meclis’te görev almış, Lozan görüşmeleri öncesinde Kürtlerin desteği hem iç hem dış siyasette önemli bir referans noktası olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Türkiye'nin Lozan heyetine başkanlık eden İsmet İnönü, bu desteği açık biçimde ifade ederek “Türklerle Kürtlerin temsilcisiyiz” demiştir. Bu açıklama, dönemin millet anlayışının etnik değil, ortak siyasal iradeye dayandığını göstermektedir.
Türkiye’nin bağımsızlığı için yürütülen mücadele, Türküyle Kürdüyle birlikte yürütülmüştür; bu birliktelik hem sahada hem de meclis zemininde vücut bulmuştur. Bugün Kürtlerin Türk milletinin dışına itilmesi için çalışanlar, aslında Kürtleri emperyalizmin güdümünde sahte kimlik projelerine mecbur bırakmak isteyenlerdir. Oysa Türk Devrimi ile kazanılan Türk milleti kimliği, Kürt halkının tarih boyunca elde ettiği en ileri mevzidir.
Türk de biziz Kürt de biziz; Hepimiz Türk Milletiyiz!
Bugün Türkiye, tarihsel bir kırılma eşiğindedir. PKK’nın silah bırakmasıyla birlikte açılan kapı, Türkiye’nin bütünleşmesi için büyük bir fırsattır. Ancak bu fırsat, Türkiye’yi bölmek isteye ABD-İsrail’e karşı ideolojik netlikle ve devrimci kararlılıkla karşı konulursa değerlendirilebilir.
Cumhuriyet Devrimi, Türk milletini etnik ya da mezhepsel kimliklere göre değil, ortak bir kaderde birleşen bir siyasal birlik olarak tanımlamıştır. Bu tanımın içinde Türkünden Kürdüne; vatan topraklarında birlikte yaşayan ve bu vatan için savaşan herkes vardır. Bugün, Türk milletinin bütünleşme sürecini baltalamaya kalkan söylemler, ABD-İsrail senaryolarında birleşen sahte milliyetçilerle sahte solcular, aynı amaca hizmet etmektedir: Türkiye’yi zayıflatmak ve ABD-İsrail’in iktidar müdahalesine açık hale getirmek.
Millet, tarihin yarattığı en büyük devrimci kuvvettir; bu kuvvetin kurumsallaşması ise milli devletle mümkündür. Milletin siyasal ve toplumsal birliğini sağlayan milli devlet, aynı zamanda milletin ortak kaderini örgütleyen yapıdır. Bu nedenle bütünleşme süreci, aynı zamanda milli devletin güçlenmesi sürecidir. Emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesi, ancak milletin bütünlüğü ve milli devletin sağlam temelleriyle başarıya ulaşabilir. Bu nedenle “Türk de biziz, Kürt de biziz, hepimiz Türk milletiyiz” sözü, bir temenni değil; tarihsel bir gerçekliktir ve siyasal bir zorunluluktur. Bu söz, yalnızca geçmişin mirasını değil, geleceğin birliğini de savunur.
Bugün, “Türkiyeli” gibi ifadelerle Türk milletini yeniden tanımlama cüreti gösterenlere karşı, Atatürk’ün devrimci çizgisinde birleşmek zorundayız. Çünkü Türk milletinin birliğini savunmak, yalnızca bir etnik grubun değil, vatanın bütünlüğüne inanan herkesin görevidir. Cumhuriyet’in kurucu çizgisine, halkçı ve birleştirici milliyetçiliğine, emperyalizme karşı ortak cepheye dönmenin zamanıdır.