

YAZAR
Osmanlıda toplum çok farklı etnik ve dinsel gruplardan oluşan insanların, imparatorluk yapısına uydurulmasıyla meydana gelen bir yapılanmadır. Osmanlı anlayışına göre, adalet, devlet, şeriat, hükümdarlık, ordu, servet ve halk toplum yapısının temel dayanaklarını oluşturuyordu. Bu sistemde İslam’ın hakimiyeti esas alınarak gayrimüslimler, din/mezhep kriteriyle oluşturulan hiyerarşik yapılanma çerçevesinde cemaatsel bağlarla devletle ilişkilendirilmişlerdi.[1] Toplum, yönetenler ve yönetilenler (Reaya) olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Cumhuriyet Devriminden önce devlet din kurallarına göre yönetildiği için halk, padişahın kulu durumundan kurtulamamış bir ümmeti oluşturmaktaydı. Toplum, çağdaş düzeyin çok altında bir anlayış ve yaşayış içerisindeydi. Her çeşit ulaşım ve haberleşme olanaklarının kıtlığı, eğitim kurumlarının az ve yetersiz oluşu, Türk insanının ve toplumunun yeni bir hayat ve dünya görüşüne bir an önce erişmesini olanaksızlaştırıyordu. Özellikle eğitimin de din temelinde çocuk ve gençlere verilmesi yeni bir bakış açısının önünü tıkamaktaydı. Osmanlılarda eğitimin toplumu dönüştürme işlevinden önce, bizzat kendisinin dönüşüme uğramaya başladığı görülmekteydi. Bunda askerî ve siyasî olaylar etkili olmuştur. Bu şekilde, 1776’lardan itibaren önce askerî okullar açılmaya başlamıştır. Osmanlı toplumunda çocuğa, gence ve onların eğitimine bakış dinî ve geleneksel bir nitelik taşıyordu. Örneğin, Sultan II. Mahmut’un ilköğretimi zorunlu kılan 1824 tarihli fermanında ilköğretimin zorunlu olmasının başlıca gerekçesi olarak çocukların önce dinlerini öğrenmeleri gerektiği ileri sürülmüştü.[2] Toplumun geriye gidişindeki temel sebeplerinden bir tanesi de eğitim sisteminin toplumu bilgisizlikten çıkaracak, yeni ufuklara taşıyacak bir düzende olmayışındandır. Devlet ve din işlerinin ayrılmadığı bir ortamda eğitim sistemi de bozuk düzende yürümüştür.
Osmanlı Devleti’ndeki, ortaçağdan kalma feodal ilişkiler toplum ile devletin arasına aracılar yerleşmesine sebep olmuştur. Ülkede ağaların, beylerin, şeylerin olması toplumu devlet ile tek bayrak altına birleşmekten alıkoymuştur. Halk, sistem tarafından ağaların ve şeylerin boyundurluğuna mecbur bırakılmıştır. Boyundurluk altında kalan halk sömürülmeye mahkum durumda kalmıştır. Böyle bir durumda devlet din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden durumlar baş göstermiştir. Bu durum insanların din temelinde kutuplaşmasından beslenen sancıları doğurmuştur. Cumhuriyet’e giden yolda ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu sancılardan beslenen gruplar şeriat istekleriyle gerici ayaklanmaların başını çekmiştir. Sancılı dönemler tarihimizin karanlık sayfalarını oluşturmaktadır. 23 Aralık 1930 günü Derviş Mehmet, yeşil bayrağı alarak kendisinin Mehdi olduğunu, arkasında 70.000 kişilik halife ordusu bulunduğunu, öğlene kadar bu bayrağın altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylemiştir. Halka “ey Müslümanlar, ne duruyorsunuz; Halife Abdülmecit hududa geldi, Sancak-ı Şerif çıktı, gelin altında toplanalım, şeriat isteyelim” şeklinde seslenmiştir.
Olay üzerine gönderilen öğretmen, Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay gözdağı vermek için mermileri olmadığından askerlerine süngü taktırmış ve askerlerini arkada bırakarak asilerle görüşmeye çalışmıştır. Yaptıklarının kanunsuz olduğunu, dağılmaları gerektiğini söylemiştir. Bekçi Hasan ve Şevki Beyler asilerce öldürülmüş Kubilay da vurularak yakındaki camiye sığınmıştır. Yobazlar tekbir sesleri arasında bağ bıçağının testereli kısmıyla Kubilay’ın başını keserek sopa üzerine dikerek Menemen’de dolaştırmışlardır.[3]
Milli, bilimsel ve laik bir eğitim sisteminin olmayışı toplumun tarikatların eline geçmesine neden olmuştur. Din ve devlet işlerinin ilişki içerisinde olduğu, gericiliğin devletin her kademesinde kol gezdiği bir dönemde iktisadi bağımsızlığımız gibi siyasi bağımsızlığımız da tehlike altındaydı. Manda ve himaye teklifi de tam bu devrede ortaya çıkmıştır. Kendini yönetemeyecek ülkeler, yönetecek ve yükseltecek duruma gelene kadar diğer ülke ve cemiyetlere verdikleri yetkiye manda denir. Bu Birinci Dünya Savaşından sonra oluşan bir olgudur. Yönetimi başkasına teslim ederek toparlayana kadar manda etkisi devam edecektir. Himaye; güçlü olan devletin, güçsüz olan diğer devleti sömürülmesini işgale uğramasını önlemek amacıyla kontrolü ele almasına denir. Savaşlardan çıkan iki terim devletlerin destek ve çıkar adı altında çıkmışlardır. Devletlerin söz konusu çıkarları, manda sisteminin insancıl görünümüne rağmen, hukuki bir statüye oturtulmuş sömürgeciliğin devamını sağlayacak yeni bir yöntem olmasında yatmaktadır. Aynı zamanda galip devletlere, dört yıllık gayretlerinin ücreti olarak ileri sürdükleri savaş ganimetlerinin temin edilmesi için manda ve himaye uygulanmak istenmiştir. Böyle bir süreçte işgalci kuvvetlerin tüm baskılarına rağmen, ülkenin iradesini emperyalizme teslim etmemek için kongreler toplanmıştır. Özellikle manda ve himayecilik fikrinin tartışıldığı Sivas Kongresi milli iradeyi Meclis-i Mebusan’a teslim etme kararını vererek mandacılığı kabul etmemiştir. Sivas Kongresi kararlarından bazıları şöyledir:
"Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet topyekûn kendisini savunacak ve direnecektir. İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. Kuvay-ı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır. Manda ve himaye kabul edilemez. Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan'ın derhal toplanması mecburidir. Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler, 'Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti' adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir. Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir."[4]
Kongrede alınan kararlar doğrultusunda dönemin birincil ihtiyacının vatanın birliği, bütünlüğü ve ülkenin bağımsızlığı olduğu görülmektedir. Bu ihtiyaçların yakıcılığı ülkeyi Kuruluş Savaşı zaferine götürmüştür. Kurtuluş Savaşı sürecinin sonucunu en net bir şekilde ortaya koyan Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyet’ini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.’ tanımıdır. Irka dayalı olmayan, bütün Türkiye halkını kucaklayan bu tanımla beraber ümmet olmaktan çıkmışızdır. Cumhuriyet devrimiyle ayrıldığımız bu mücadeleden elde ettiğimiz en önemli zaferlerden biri de milletleşme sürecidir. Cumhuriyetle beraber Türk Milleti kimliği oluşmuştur. Toplumu oluşturan bireyler artık kul değil vatandaş olmuştur.
Zafer sonrası Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin ihtiyaçlarını şu şekilde ortaya koymuştur:
“Henüz kurtulmuş değiliz. Atılan adımlar, bundan sonra atılması gereken adımların başlangıcıdır. İnsan başlangıçta iken sonuca ulaştığını iddia ederse, kendini dünyanın en derin gafleti içinde görür.” Ve daha sonra O cumhuriyeti gençlere emanet etmiş, “Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz” demiştir. Atatürk, fikrî felsefî düşünce ve ilkeleri ortaya koymuş, onları uygulayarak, Türkiye’yi, kalkınma ve çağdaşlaşma yoluna sokmuş, bu hareketin devamını sağlamıştır. Asıl amaca ulaşmak için uzun zamana ihtiyaç vardır. Durmadan yapılacak bir ilerleme, artık gelecek kuşakların ödevi haline gelmiştir.
3 Mart 1924 tarihinde durmadan yapılacak ilerlemelerin önemli adımları ve gericiliğin üstüne gidecek yasal düzenlenmeler yapılmıştır. “Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.” diyerek Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasına dair kanun çıkarılmıştır. “Türkiye Cumhuriyet’inde topluma ait işlerle ilgili hükümlerin konması ve uygulanması, TBMM ile onun oluşturduğu hükümete ait olup İslam dinine inananların, bunun dışındaki inanç ve ibadetlere ilişkin bütün hüküm ve meselelerin yönetimi için Cumhuriyet’in merkezinde bir Diyanet İşleri Reisliği makamı kurulmuştur.” kararıyla beraber din siyaset vasıtası olmaktan çıkarılmıştır. Gericiliği besleyen yasaları kaldıran, Cumhuriyet’i besleyen, sağlamlaştıran bir diğer kanun da halifeliğin kaldırılması üzerinedir. Milli Mücadelenin hedeflediği bağımsızlık milletin kendini yönetmesini sağlayacaktı. Halifelik yönetimi milletin egemenliği için verilen savaşta emperyalizm saflarında yer almıştır. Padişah Vahdettin milli mücadele yıllarında ne pahasına olursa olsun saltanatını sürdürmek istemiştir. Saltanatı sürdürme isteği halifeliğin İngiliz emperyalizmine sığınarak milli mücadeleye ihanet etmesine sebep olmuştur. İhanetin örneğini 8 Nisan 1920’de Sadrazam Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiseri Robeck’i ziyaret ederek Atatürk’e karşı İngilizlerden yardım istemesi üzerine verebiliriz. Sadrazam Damat Ferit’in bir bir beyanname ile milli mücadeleyi kınaması gibi olayların yaşanması halifeliği Türk Milletinin karşısında tutmuştur. Cumhuriyet Devrimi halk egemenliğini benimsediği için Hilafeti kaldırmıştır. Hilafetle, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde daima iki başlı olacağı, hanedanın, hilafet kisvesi altında Türkiye’nin varlığına sürekli tehdit oluşturacağı” belirtilerek Hilafetin İlgası Kararı çıkarılmıştır. Böylelikle Cumhuriyet’in İslamcı yönetimle bir arada olamayacağı, hatta bu konuda “tarihi bir hatıraya” bile tahammülünün olmadığı bir kez daha ilan edilmiş oldu. Halifeliğin de Cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsü ortadan kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha atmış oldu; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928’de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer almıştır.[5]
Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasıyla, bütün medrese ve okulların yönetimini tek bir kurula bağlama ihtiyacı da ortaya çıkmıştır. Eğitim kurumlarının şeriat sistemine insan yetiştiren, tarikatlara yol açan yerler olmaktan çıkarmak için 3 Mart 1924 tarihinde bir devrim yasası daha yürürlüğe girmiştir. Tehvidi Tedrisat Kanunu yani Öğretimin Birliği Kanunu ile eğitim şeriatın pençesinden kurtarılmış oldu. Cumhuriyet yönetimi, eğitimin içeriğinin, bir yanda şeriatçı eğitim öbür yanda bilimsel eğitim şeklinde parçalanmasının önünü kesmiştir. Yönetim ayrıca eğitim kurumlarının da Eğitim Bakanlığı ile özel kurumlar ve vakıflar şeklinde bölünmesine de karşı çıkmıştır. Eğitim, Eğitim Bakanlığı’nda birleştirilmiştir. Böylelikle eğitim gericiliğin eline bırakılmamış ve Cumhuriyet’te güvence altına alınmıştır.
Eğitimin tarikatların eline bırakıldığı şu günlerde ise, Cumhuriyet devriminin yasalarından geri dönüşler yaşandığı için, 15 Temmuz 2015’te FETÖ'nün darbe girişimi gibi vatanın birliğini tehdit eden girişimlere maruz kaldık. Milli eğitim sisteminin oluşturulamamasının bir acı sonucu da 29 Kasım 2016 tarihinde Adana’nın Aladağ ilçesinde, her açıdan yetersiz olan yurt binasında çıkan yangında 11 kız öğrenci ve bir belletmenin, yangın merdivenine erişemedikleri için hayatını kaybettiği zaman yaşamıştık. Ülkenin bütünlüğünü tehdit eden örneklerden, insan hayatına son veren örneklere kadar uzanan bozuk düzen Cumhuriyet devriminin kazandırdığı eğitimde birlik programının uygulanması gerektiğini yakıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Eğitim sistemi, bugün on binlerce Kur’an Kursu ve imam hatip okullarıyla, yazboz tahtasına dönen ders kitapları ve eğitim programlarıyla, ekonomik ve siyasal baskı altında tutulan öğretmen ve öğrencileriyle Cumhuriyet Devrimi’nin anlam ve ruhundan uzak, bilim dışı, ezbere dayanan, hayattan ve halkın ihtiyaçlarından kopuk bir konuma sürüklenmiştir.[6] Eğitimin Birliği Yasası, vakıflar tarafından idare edilen okullar dahil, her türlü bilimsel kurum ile, öğretim kurumunu Eğitim Bakanlığı’na bağlıyordu. Bugün Eğitim Birliği Yasası’nın bu hükmünün delik deşik olduğunu görmekteyiz. Dini amaçlı açılan sayısız eğitim kurumu derhal kapatılmalı ve eğitimin tüm kurumları devlet tekelinde toplanmalıdır. Cumhuriyet’in temel dayanaklarından biri olan laiklik ezip geçilmeye çalışılmaktadır. Bu çaba mutlaka yok edilmelidir. Ortaçağ güçlerine karşı tutarlı, ilkeli ve devrimci bir tavır sergilenmelidir. Devrim Kanunları uygulanmalıdır. Eğitim ve Öğretimin Birliği Yasası hayata geçirilmelidir. Her alanda çağdışı, şeriatçı eğitime son verilerek laik ve bilimsel eğitim yerleştirilmelidir. Bütün şeriatçı eğitim kurumları, yan kuruluşlarıyla birlikte kapatılmalıdır. Cumhuriyet uygulanmalıdır.[7]
Cumhuriyet Devriminin 3 Mart 1924’te yaptığı gibi, gericilikle hesaplaşmayı, toplumun ortaçağ bağnazlıklarından kurtulmasını ve aydınlanmasını; Türkiye Gençlik Birliği kendine görev biçmiştir. 3 Mart Devrim Kanun’ları gericiliğe en büyük darbeyi vururken, diğer yandan devrimleri sürükleyecek büyük gücü seferber etmiştir. Bugünün Türk Gençliği bu gücün temsilcilerindendir. Devrim Kanunları genç Cumhuriyet’in ekonomik, sosyal gelişmesini sağlamada gerek duyduğu, bilim ışığında aydınlanmış yeni kuşaklar oluşturma amacına hizmet ediyordu. Gerçekten de bu politikaya bağlı kalındığı yirmi, otuz yıl boyunca bilimde, sanatta, kültür alanında devrimci eğitim görmüş, halkını ve yurdunu seven, aydınlanmış Cumhuriyet kuşakları yetişti. Bizler bugün Cumhuriyet devrimi kuşaklarının temsilcisi olarak, yarınlarımıza aydınlığı taşıma göreviyle Atatürkçü, devrimci mücadeleyi sürdürmekteyiz. Mücadelemiz sayesinde gericiliğin Cumhuriyet’e saldırmasını önüne geçeceğiz. Atatürk’ten aldığımız görevleri yerine getirmek üzere Türkiye Cumhuriyetinin şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olmasına izin vermeyeceğiz.
3 Mart 1924’ün aydınlığı mücadelemizi aydınlatacaktır. Devrim Kanunlarımızın 95. yıl dönümü kutlu olsun.
Ebda Okutur
TGB Eskişehir İl Sekreteri
DİPNOT:
1. Osmanlı Döneminden Cumhuriyete Geçilirken Eğitim-Öğretim Alanında Yaşanan Dönüşümler, Prof. Dr. Yahya Akyüz, s.1
2. Osmanlı Döneminden Cumhuriyete Geçilirken Eğitim-Öğretim Alanında Yaşanan Dönüşümler, Prof. Dr. Yahya Akyüz, s.2
3. Kubilay ve laikliğin önemi, Mustafa Solak, Aydınlık Gazetesi
4. 'Sivas Kongresi' 99 yaşında, Aydınlık Gazetesi, 4.9.2018
5. HALİFELİĞİN KALDIRILMASI, http://www.atam.gov.tr
6. Cumhuriyet Devrimi Kanunları, Ferit İlsever, s.32
7. Cumhuriyet Devrimi Kanunları, Ferit İlsever, s.34
tgb.gen.tr