

YAZAR
Trump'ın başkanlığı ve batıdaki yeni sağ akımlar.
Trump'ın beklenmeyen galibiyeti
Uzun süredir "dünyanın" gündemini işgal eden ABD başkanlık seçimi nihayet sonlandı. Obama'nın koltuğunu Donald Trump devralıyor. Batı alemi şaşkınlık içerisinde, dondu kaldı. Kimse bunu beklemiyordu. Tüm Batı ülkelerindeki ana akım medya Trump'ın kazanması ihtimalinin "demokrasinin" sonu olacağını, yeni bir faşizmin başlangıcı olacağını durmaksızın pompalamıştı oysa. Bütün "özgür dünya" Hillaryci oluvermişti. Evet, Hillary belki Obama kadar karizma değildi, onun "Yes we can'i" yoktu belki, ama iktidarı mutlaka engellenmesi gereken Gulyabani Trump'ı vardı. Öyleyse liberal demokrasiye inanan tüm insanlık Hillary'nin etrafında kenetlenmeliydi. Olmadı...
Gulyabani'nin tanımına bakalım: "Adı hurafelerle ilgili olarak "Gulyabani", korkunç bir varlık olup, karanlık zamanlarda çölde ve mezarlıklarda koşan birinin gözüne canlı gibi görünür. Vücudu tüyle kaplı, kocaman, pis kokulu bu acayip varlığın ayakları tersinedir. Gündüzleri mezara girer. Geceleri ise hortlayıp çıkar” (Vikipedi).
Anketlerde “ölü” ilan edilen Gulyabani ansızın mezarından hortlayıverdi! Halbuki bütün medya Trump'a karşı seferber olmuştu, Avrupalı devlet adamları sürekli dünyayı Trump tehlikesine karşı uyarmıştı, Hollywood artistleri bile sürü halinde devreye girip Amerikan halkına “sorumluluklarını” hatırlatmıştılar...
Sabah televizyonumu açtığımda ekranda izlediğim herkes “Gulyabani” görmüşe dönmüştü. Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe'nin korkuyla birbirlerine sarıldıkları, o ağlamaklı halleri var ya hani. Ekrandaki haber sunucusundan muhabirine, politika uzmanlarından sanatçılara, Cem Özdemir'inden Martin Schulz'una, hepsi “süt kardeş” oluvermişti.
ABD'de Trump seçim kazanıyor, İngilizler “Brexit” diyor, Almanya, Fransa ve tüm Avrupa'da “popülist sağcı” partiler yükseliyor. Hem de sistemin tüm propagandasına rağmen. Faşizm çağı mı hortluyor? Çağımızın en korkunç tehlikesi olarak ırkçılık mı beliriyor? Batı demokrasilerine ne oluyor?
Trumpgillere karşı korunması gereken “demokrasi”
Batı “demokrasilerine” hiçbir şey olmuyor. Keza Batı demokrasi ile değil, neoliberal diktatörlük ile yönetiliyor. Sorun ne “ırkçılık” ne de yükselen sağcı popülist siyasetçiler, sorun bu sömürü düzeninin ta kendisi.
Vahşi kapitalizm egemen sınıfın kaymak tabakasına akıl almaz nimetlerini sunarken geniş halk kitleleri sistemin “kaybedenleri” oluveriyor. Ve kaybetme korkusu sırf az gelirli insanlara mahsus bir olgu değil bu sistemde. Orta tabakanın üst katmanlarına kadar yaygın bir gelecek korkusu hakim batıda.
Çürüyen kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm tabiatı gereği bir sömürü düzenidir. Bu sömürü düzeninin asli mağdurları şüphesiz ki mazlum milletlerdir. Kanı, savaşı, zulmü, köleliği en vahşi şekilde emperyalizm çevre ülkelere yaşatır. Fakat emperyalizmin kendi içinde de bir sömürü düzeni olduğunu unutmamalıyız. Batının egemen sınıfları mazlum milletlere reva gördükleri gaddarlıkları aynı orantıda kendi toplumlarında uygulayamaz. Çünkü belli bir düzeni sağlayan her sistem kendi halkını sırf zorla yönetemez, yönetilen kitlenin aynı zamanda rızasını da kaybetmeme durumundadır.
Halbuki sömürülen yabancı halkların rızalarına ihtiyaçları yoktur emperyalist devletlerin, o ülkelerde insanların sinek gibi ölmesi, zulüm, yoksulluk, vahşet, ülkelerin Ortaçağ karanlığına boğulması emperyalist sisteme zarar vermez. Bu sebeptendir ki, emperyalizm çevre ülkelerde merkeze nazaran çok daha gaddardır. Fakat buna rağmen emperyalist merkezlerdeki sömürü de çok ciddi boyutlardadır ve 80'li yıllardan başlayarak, karşı devrimin altın yılları 90'larda emek ve halk düşmanlığını beşinci vitese takarak günümüze kadar gelen sömürünün ağırlığı emperyalist merkezde de katlanarak artmıştır.
Bu gidişata “dur” demesi beklenen sol akımlar çoktan sistemci olmuşlardır. Sovyetler Birliği çökene kadar gene az biraz devrimciymiş gibi davranma gerekliliği duyan Batı solu, 90'lı yıllardan itibaren sömürü düzenin resmi ve “full” hissedarı olmaya karar verdi. Bugün Gerhard Schröder Almanya'da nasıl anılır bilir misiniz? Der Genosse der Bosse, yani Patronların yoldaşı. Halbuki ülkeyi 16 yıl yöneten Alman Turgut Özal'ı Helmut Kohl'dan sonra ne umutlarla seçilmişti Schröder. Fakat kimse yoldaş Schröder'i Deutsche Banklara, Holdinglere, Trustlara yoldaş, kardaş olsun diye oy vermemişti. Peki neoliberal siyasetin duayeni Thatcher ve varisi John Major'den sonra iktidar olan “solcu” Tony Blair'e İngiliz halkı aynı ümitlerle bağlanmamış mıydı? Bütün ülkelerde aynı olay yaşanılıyordu.
Emperyalist sistemin gerçek efendisi olan Batının kapitalist sınıfı, iktidardaki partilerin ismi ve rengi ne olursa olsun, onlara diktalarını uygulatıyor. Siyasetçiler ne derlerse desinler, hepsinin programı Dow Jones, Dax, Davos ve Soros.
Irkçılık mı, sınıf çelişmesi mi?
Şimdi kısaca özetlemeye çalıştığım gerçekliğin hangisini “ırkçılık” ile kavrayabiliriz? Hiçbirini! Irkçılık paradigması sınıfsal gerçeklikleri perdeleyen ve tam da bu sebeple piyasaya sürülmüş yanlış bilinç üreten bir paradigmadır. Bakın, Soros solcularının ideolojilerinin en merkezinde daima “ırkçılık karşıtlığı” vardır. Devrimi satanların, halkçı mücadeleden dönenlerin sahte mücadele söylemidir “ırkçılık karşıtlığı”.
Almanya'da yükselen ve “Naziler geliyor” diye sistemin feryat figan yaygara kopardığı AFD partisinin açılımı ne biliyor musunuz? Alternative für Deutschland, yani Almanya için alternatif. Çünkü 30 senedir halka yutturulan her türlü “reform”, her türlü emek ve emekçi karşıtı politika tüm partiler tarafından “alternatifsiz” olarak sunuldu, uygulanması zaruri olan ve ardı arkası kesilmeyen meşhur acı reçeteler. AFD daha ne diyordu biliyor musunuz?
“Brüksel'den yönetilmek istemiyoruz”. “Avro sistemi Almanya'yı kumarhane ekonomisine mahkum ediyor. Biz Avro'dan çıkacağız”. “Rusya ile niye çatışıyoruz?”. Ha, birde sistem medyasına “yalan medyası” diyor AFD.
Bunları söyleyen bir partinin sistem tarafından aforoz edilmesi şaşırtıcı değil, parti baskılar karşısında bölündü ve şu an yabancı düşmanlığına odaklanmış bir çizgide.
Batıda da artık geniş kitleler bu statükoya isyan ediyor. İnsanlar sistemin yalanlarına artık inanmıyor. Çözüm göremiyorlar, sağcı liderler tarafından yanlış yönlendiriliyorlar, bulundukları siyasi çizgi de çıkmaz sokak. Fakat bu insanlar bu sistem tarafından yönetilmeyi artık kabul etmiyorlar. Önemli olan nokta da bu. Halk egemen sınıfların diktatörlüğüne isyan ediyor. Sistem kriz nöbetleri geçiriyor.
Fransız halkı 1789'da J.J. Rousseau'yu okuyarak "ya bu adam doğru söylüyor, kral da neymiş, kilise de neymiş, bu düzen değişmeli" demedi. Paris halkı yiyecek ekmek bulamayınca isyan etti. O 'cahil', o 'baldırı çıplak' halk feodal düzeni dümdüz etti. Devrimler öyle olur, iliğine kadar çürüyen bir sistem işleyemez hale geldiği an halkın verdiği tepki ile yıkılır. Bizlerde iliklerine kadar çürümüş batı kapitalizminin çözülüş sürecine tanıklık ediyoruz.
Mafyalaşmış sistem: Mafyokrasi
Vahşi kapitalizm koşullarında mafyalaşan kapitalist sınıfın egemen olduğu sisteme mafyokrasi de diyoruz. Bu mafyokrasi bütün dünyada neoliberalizmin karakterine münhasır tipler yaratmıştır. Sistemin çürüklüğünü belki en güzel şekilde sistemin tepe noktalara taşıdığı bu tipler betimliyor.
Eskiden siyasilerden belli bir ağırlık, seviye ve kültür düzeyi beklenirdi. Geçmişe mazi derler! Neoliberalizm çağında Rusya'ya “özgürlük ve demokrasi” getiren Boris Yeltsin zilzurna sarhoş bir şekilde İngiliz kraliçesinin poposuna çimdik atabiliyor. Yahut İtalyan mafyasının kara para aklayıcılığını yaparak Dolar milyarderi olan Berlusconi 20 yıl boyunca İtalyan siyasetinde belirleyici rol alabiliyor. Çıplak kızların oynatıldığı doksanlı yılların meşhur yarışma programı Tutti Frutti'nin mucidi Berlusconi Rönesans'ın anavatanı İtalya'da dört kez başbakanlık yapmıştır.
İsimler önemli değil. Yeltsin, Berlusconi, Bush, Sarkozy, RTE ve en son örnek Trump. Her türlü hile ve düzenbazlıkla, başkalarının sırtına basa basa yükselmek dışında hiçbir insani ve entelektüel niteliğe sahip olmayan insan modeli bu sistemin “başarı” modelidir. Karikatür veya kötü bir şaka gibi olmaları neoliberal sistemde bu tiplerin başarısına mani değil, bilakis başarılarının sebebidir. Zübükvari kariyerler tesadüf değil, bir sistemin semptomudur.
Sonuç: Çelişkiler içinde kıvranan sistem her tarafından dökülüyor
Peki yükselen bu yeni sağ akımları nasıl değerlendirmeli? Tekrar üstte bahsettiğimiz Gulyabani tanımımıza dönelim. Evet Gulyabani pis kokulu, korkunç bir varlıktır. Fakat karanlık zamanlarda görülen ve hayali bir varlıktır.
Bu sağ akımların tepkisellik dışında toplumlarda kitlesel ölçekte karşılığı yok. Bunlar şu anda sisteme dahil olmuş değil, ama sistemi dönüştürecek bir programları da yok. Bu akımlar ya sistem tarafından evcilleştirilip “normal” sistem partileri haline gelecek (sistem çoğu 'radikal' partileri evcilleştirip sistemci hale getiriyor), ya da yok olup gidecekler.
Görünen ile gerçek bir olsaydı, bilime gerek kalmazdı. “Irkçılık” görünen, fakat gerçek olmayandır. Gerçek batıdaki insanların hızla “ırkçılaşması” değil. Gerçek sistemin sürekli çözümsüzlükler üreterek işleyemez hale gelmesidir. Toplumsal çelişmeler artmaktadır. Fakat esas çelişme durmaksızın derinleşirken emperyalist sistem insanların kafasında “devrim” alternatifini yok etmek için “ilericiliği” “ırkçılık karşıtlığı”, “feministlik”, “çevrecilik”, “eşcinselcilik” ve “insan hakları savunuculuğu” üzerinden yanlış bilinç üreten paradigmalar halinde bilinçlere yerleştiriyor.
Saydığım bu terimleri toplayın, ne çıkıyor? Liberalizm! Küreselcilik!
Emperyalizmin ta kendisi!
Birçoğu Batı'nın her şeyi ile bizim gibi ülkelerden çok üstün olduğu savıyla bakar dünyaya. İnsanımız “Amerika, Almanya gibi devletlerin yüz, iki yüz yıllık planlar yaptıkları” kanısında. Halbuki gerçek bilimsel bakınca kolaylıkla kavranabilir.
Emperyalist sistem her şeye muktedir bir üst akıl tarafından yönetilen bir sistem değildir. Emperyalizm çağındaki kapitalist sistem freni patlamış bir kamyon gibidir. Yürüdüğü sürece her şeyi ezer geçer, ama kontrolsüzdür, tehlikeli ve zararlıdır ve sonunda bir duvara toslayıp paramparça olmaya mahkumdur.
Gökhan Dağtekin
TGB Frankfurt Başkanı
tgb.gen.tr