YAZAR
Her yıl 8 Mart tarihi yaklaşırken her yerde kadını görüyoruz. Kadın, gerek televizyon kanallarına konu oluyor cinayetler veya şiddete maruz kalmasıyla; sosyal medyada görünüyor çeşitli reklamlara meta olmasıyla, reklam panolarında görünüyor marka indirimleriyle.
Tüm bunlara karşı kadın, dimdik duruyor HDP Diyarbakır il binası önünde evladı ve vatanı için. Şehit Yarbay Songül Yakut’un mezarı başında tüm bağımsızlık şehitlerimiz için mücadelesini sürdüreceğine söz verirken dimdik duruyor. Kadın dimdik duruyor tarlalarda, laboratuvarda, fabrikada.
Fakat en önemlisi kadın, insanlığın en köklü sorunlarından biri olarak görünüyor. Devletler, toplumda kadınların yaşadığı sorunlar ve kadınların toplumdaki yeriyle sınanırken tarih, bugün de kadınların bu uğurda verdiği köklü ve büyük mücadelelere sahne oluyor.
Bu sahnede İstanbul Sözleşmesi’nin esir ettiği, emperyalizmin namlusunu çevirdiği kadını görmek ise tarihi bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.
Fransız Devrimi sırasında Bastille Hapishanesini basan kitlenin önündeki kadınlardan, eşit işe eşit ücret almak için fabrikada yanan kadınlardan, Kurtuluş Savaşı’nda cepheye mermi taşıyan Kara Fatmalar, Halime Çavuşlardan bugün Diyarbakır’da evlatları PKK tarafından kaçırılan annelerin evlatları için verdiği mücadeleye kadar verilen her mücadele kendi tarihsel süreci içinde gelişmiştir. Kadın sorununun tüm dünyada ortaklaştığı veya ayrıştığı hiçbir sorun içinde yaşadığımız zamanın getirdiği koşullardan ayrı değerlendirilemez.
Tarih, ileri ve geri olanın savaşımından oluşur. Bu savaştan her şey nasibini alırken kadınların verdiği haklı mücadele de iyinin ve güzelin her daim karşısında duran emperyalizm tarafından tahrip edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye, Atlantik sistemine karşı her cephede bağımsızlık mücadelesi verirken Atlantik sistemi de kendini yeşerteceği alanlar açmaya çalışıyor. Bugün emperyalizmin topluma karşı yaptığı en büyük saldırılar ise kadınların üzerine geliyor. Emperyalizm bugün kadın mücadelesini özünden koparacak ve içini boşaltacak hiçbir girişimi kaçırmamakta, bulduğu her boşluğu neoliberalizmin renklerine boyamaktan çekinmemektedir.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİN ESİR ETTİĞİ KADIN
Son dönemde sıkça gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi, 14 Mart 2012 günü dönemin Batı denetimindeki tüm partilerinin milletvekillerinin oybirliğiyle TBMM’de onaylanmıştır. Ancak Avrupa Konseyi üyesi 13 ülke Sözleşme'ye taraf olmamıştır. Rusya ve Azerbaycan Sözleşme'yi hiç imzalamamış; Birleşik Krallık, Macaristan, Bulgaristan gibi 11 ülke ise imzalamış ancak parlamentolarında onaylamamış, yani Sözleşme'ye taraf olmamıştır. Tüm bunlar bir yana dursun. İstanbul Sözleşmesi’nin her ne kadar kadına şiddeti önlemeye yönelik olduğu iddia edilse de sözleşmenin içeriği toplumu doğal olmayan cinsiyetlere parçalamaktan ve bunları kadın sorunu gerçeğinin içine saklamaktan öteye gitmezken aile kurumunu tahrip etmekte ve toplumu ayrıştırmaktadır. Sözleşme kadını korumaktan ziyade LGBTİ’nin çürümüş neoliberal sistemle dayattığı cinsiyet türlerini hukuk normu olarak belirlemeye teşvik etmektedir. Toplumsal cinsiyet, 'cinsiyet rolleri'nin dışına çıkarılarak ayrı bir cinsel kimlik olarak tanımlanırken 'eş' kavramının yanında 'partner' kavramı kullanılıyor. Sözleşme eşcinselliği yaygınlaştırmaya ve cinsiyetsiz toplum hedefine hizmet ederken kadına yönelik şiddeti önlemeyi adeta bir paravan olarak kullanıyor.
İstanbul Sözleşmesi insanın kendi bedenine, cinsiyetine yabancılaştığı, yalnızlaştığı, bencilleştiği bir dünya projesini kurmanın bir aracı olurken neoliberalizmin toplumu çürütmek için kullandığı bir dayatma olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul Sözleşmesi, feodalizmin kalelerini LGBTİ renklerine boyayarak kadını yine hapsediyor. Buna karşı kadını yalnız bir bedene ve cinsiyete hapseden bu modeli reddetmeli, “Kadının beyanı esastır” düzenlemesiyle 6284’e ise sımsıkı sarılmalıyız.
EMPERYALİZMİN NAMLUSUNDAKİ KADIN
Tüm dünyadaki kadınların ortaklaşan sorunları olduğu su götürmez bir gerçek. Bugün tüm kadınların ortak sorunu olan erkeklerle arasındaki eşitsizlik, kadına karşı ayrımcılık, şiddet ve cinsel taciz, emperyalizmin her türlü siyasi, ideolojik ve kültüreli saldırısının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Ancak emperyalizm tarafından kadınlara yönelen saldırı yalnızca buradan gelmiyor. Bugün emperyalizmin hedef tahtasına oturttuğu ulus devletlere doğrulttuğu namlu kadınlara da çeşitli şekillerde yöneliyor.
Her yıl kadın yürüyüşleri “Haftada en az 3 orgazm, kötü yola düştüm böyle iyiyim, yılın en sürtüğü, sevdiğim kadın hetero çıkınca çok üzülüyorum” dövizleriyle doluyor. Batının yaratmak istediği “özgür” kadının talepleri tek tek sıralanıyor bu yürüyüşlerde. Bu taleplerin her biri Batı’nın 8 Mart’tan emeği koparırken kadını da vatanından koparmak için sıktığı mermilerdir. Bebek katili HDP’nin boy gösterdiği, tarikat ve cemaat temizliğine karşı çıkmayanların, Şeyh Sait-Seyit Rıza gericiliğiyle kol kola gezenlerin “katil polis” sloganlarıyla sergilediği tiyatro gösterilerini alkışlayacak tek bir Diyarbakır annesi var mıdır? Bu yürüyüşlerde erken yaşta evlendirilmiş tek bir kız çocuğunun dahi haykırışı duyulabilir mi? Mezheplere, bireysel özgürlüklere, LGBTİ+ mücadelesine indirgenen bir 8 Mart, ekonomik krizin sırtına bindiği kadını kurtarabilir mi?
Emperyalizm bugün PKK oluyor, Diyarbakır’daki annelerin evlatlarını dağa kaçırıyor; “özgürlük” oluyor, genç kızlara “baba evinden kaçın kızlar, kendi gazozunuzu kendiniz açın” diyor; “kürt kadın, alevi kadın” oluyor kimliklere hapsediyor; LGBTİ bayrağı oluyor aileyi hedef alıyor. Emperyalizm bugün PKK oluyor ve Şenay Aybüke Yalçın’ı, Yarbay Songül Yakut’u şehit ediyor.
Kadını, bugün emperyalizm öldürüyor. O halde Türkiye’de kadının sorununu çözeceksek namluyu tutan eli bükeceğiz.
KADINLAR BAĞIMSIZLIK İSTİYOR
Kadın dün fabrikalarda eşit işe eşit ücret istediği için yanarken bugün tarih boyunca elde ettiği kazanımları emperyalistlere teslim etmemek için nöbet tutuyor.
Kadını toplumdan, üretimden, emekten ve kendisinden koparmaya çalışan emperyalizme karşı mücadele parolamız açık: Bağımsızlık Mücadelesi
Bu parola bugün Diyarbakır Annelerinin, Şanlıurfa’dan, Batman’dan ve Güneydoğudan ayağa kalkan kadınların ağzından yükseliyor. Onların cesur ve kararlı mücadelesi kadının kurtuluşunun, vatanı savunmaktan başladığını bizlere bir kez daha gösteriyor.
Kadının çığlıklarını ilk duyan her zaman Atatürk’ün işaret ettiği milli demokratik devrimdir. Kadın sorununu vatan mücadelesinden ayırarak değil kadın erkek yan yana, omuz omuza yürüyerek çözeceğiz. Kadını kadından çalan yeni orta çağ ideolojisine karşı milli bağımsızlığımızı korumak ve savunmak en birinci görevimizdir.
Melike Güler
TGB Basın Sorumlusu