Özgürlük: Bir Başına mı Kol Kola mı?

İnsan da ancak diğer insanların fikir ve eylemleriyle birleşerek hayata anlamlı bir müdahalede bulunabilir.

Özgürlük: Bir Başına mı Kol Kola mı?
Can Aybars Bilgicier
Can Aybars Bilgicier
YAZAR

İnsan; yabancı olduğu her unsuru, içgüdüsel ve bilinçle gelen bir merakla keşif derdi içindedir. İçinde doğduğu dünyanın getirisi olan her şeyle ilgilenir. Bebekler bunu içgüdüleriyle gerçekleştirirler. Hiçbir fikre sahip olmadıkları onlarca cismi tanımak için onu tatmaya, duymaya, koklamaya çalışmaları bundandır. Zamanla insan çevresindeki objeleri tanır, onların işlevlerini öğrenir, kullanmaya ve geliştirmeye kafa yorar hale gelir. Bu, henüz dünyanın en yeni üyesiyken bilinçsizce yaptığı fakat maddeyi tanımanın esasını oluşturan eylem sayesindedir: Temas etme, değiştirme isteği. Böylece insan, içinde yaşadığı dünyayla uyumlu hale gelir. Bu tanıma süreci birtakım unsurlar için kısa ve orta vadelidir, bir noktadan sonra onun öğrenilecek ve genişletilecek alanı sınırlanır. Bazı şeyler ise, yapıları gereği, değişmeye ve olduğundan farklı hale gelmeye çok geniş sınırlarla yatkındır. Bu şeylerin başını, bir bebeğin dünya havasını ilk aldığında duyduğu hissin öznesi, yani insan çeker. İnsanın ve onun oluşturduğu toplumun, tanınma, öğrenilme, kafa yorma, yöntem geliştirme, müdahale etme sınırları tanımlanamayacak kadar geniştir ve insan bilinçle buluştuktan sonra sürekli bu karmaşık yapıya dair fikirler geliştirir. Toplum temas ettikçe insan, insan temas ettikçe toplum değişir. Bu değişim belli bir yaşa kadar toplum ağırlıklı devam eder. Bir süreden sonra, insan toplumu değiştirmede ağırlık koyar. İnsan bu değiştirici rolü ihtiyaç gördüğü oranda üstlenir. Toplumun bu müdahaleye ihtiyacı tartışılmazdır, çünkü toplumu var eden, “temel elementi” insan ve onun düşün dünyasıdır. Evrendeki tüm elementler(soygazlar hariç) bağ yapmaya yatkındır. Hepsi düzenli konuma ulaşmaya ve yeni bileşikler üretmeye uğraşır. İnsan da ancak diğer insanların fikir ve eylemleriyle birleşerek hayata anlamlı bir müdahalede bulunabilir. Toplumu değiştirmek, bir bütünü oluşturmak ve o bütünü beslemek yoluyla gerçekleşir.

Gençlik çağı, insanın hayatı ilk kez olgun olarak kavradığı ve dertlerini bu kavrayışla yönlendirdiği dönem olmakla birlikte hareket etmeye en yatkın olduğu - zihnin en berrak ve aynı zamanda gelişkin olduğu, geleceğe dair tasarı ve beklentilerin yoğunlaştığı dönem olması nedeniyle- çağdır. Tarih bu çıkarımı doğruluyor. Dünyadaki büyük değişimlerin fitili gençlik tarafından yakılmıştır. Halk, gençliğin eylemliliğinin yanında birleşmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin liderleri gençtir, bu liderler 1908 devrimine öncülük etmiştir. Mustafa Kemal yirmili yaşlarında teşkilatlanmış, devrimin rotasını çizmeye gençlik yıllarında başlamıştır. 68, bir gençlik hareketi olarak başlamış ve yanına Türkiye’nin emekçilerini alarak genişlemiştir. Toplumun dönüşümünde gençliğin dinamizmi önemli rol üstlenir. Bu nedenle gençliğin bu kabiliyeti kimileri için bir tehdittir.

Günümüzde toplumu içinde yaşatan sistem, devamlılığını sağlamak için gençliği yalnızlaştırıyor, gündelik dertlerine boğuyor, kendine uyumlu yapıyor. Bu sistemin içindeki birey, hayatla alakalı dert sahibi olmayı, duyarlılık göstermeyi dahi bireysel kaygılarla, sığ yaklaşımlarla ele alıyor. Çevresi tarafından kabul görecek, çok mesai istemeyen konularda duyarlılık sahibi olmak bu nedenle yeterli hale geliyor. Öyle ki, İsveçli Greta Thunberg bir iklim aktivisti olarak pazarlandığında sanal mecrada “iklim hareketinin lideri” ilan ediliyor, fakat aynı kişi kalkıp PYD’ye destek paylaşımı yaptığında müsamaha görebiliyor. Ya da PKK İzmir’de, Muğla’da, Mersin’de ormanlarımızı ateşe verdiğinde, “sosyal medya aktivistleri”ni bambaşka gündemlerle ilgileniyor halde buluyoruz. Bu yüzeysellik kişileri farklı şekillerde kendi kimliğinden uzaklaştırıyor. Kimisi sistemin bir parçasına dönüşerek, doğduğundan beri geliştirdiği müdahaleci karakterini silikleştirip sıradanlaşıyor, kimisi bu çelişkilerin içinde tek başına durmaya çalışıp buhrana sürükleniyor. Bu iki seçeneği yaratan da düzenin ta kendisi ki böylece karşısında biriken, işlenen, eyleme dökülen bir başka unsur ortaya çıkmasının önünü alıyor. Savaşın böylesi berrak ve kritik olması, insanın geleceğini biçimlendirebilmesi ve hatta mevcut haliyle ömrünü sürdürebilmesi için sisteme karşı mücadeleye gövdeden, örgütlü şekilde girmesi gerekliliğini gözler önüne sermekte. Çünkü insanın tam anlamıyla özgürleşmesi, kendisini bireyci prangalarla hareketsizliğe zincirleyene karşı disiplinli şekilde mücadele etmesiyle mümkün olur. 

Gençlik, ufkunu sistemin çektiği çizgilerin içiyle sınırlandırdıkça kendisine ve topluma yabancılaşıyor. Bu çizgiler, insanın esas ihtiyaçlarının dışında, düzenin içinden üretilen yapma ihtiyaçlar yaratıyor ve bu ihtiyaçlar davranışlarımızı şekillendiriyor. Güzele ulaşmanın ayrıcalık olduğu bir düzende rekabet etmek, bu rekabeti insani değerlere ihtiyaç duymaksızın sürdürmenin, arkadaşının üstüne basarak yükselmenin, yanındakinin kötülüğüyle iyiye yaklaşmanın yolunu yapıyor. Güzelin ayrıcalığı, bizi fayda veren, yaratıcı, üretken varlıklar olmaktan çıkarıp maddi kazanım peşinde koşmaya, makam ve mertebe derdine düşmeye itiyor. Yaptığımız işte bir katma değer yaratmaya kafa yormamak, sorumluluk almaktan kaçmak, “gözlerimi kaparım vazifemiz yaparım” düşüncesiyle mesleğimizle uğraşmak ve sonuçta bizi insan yapan özelliklerimizden soyutlanmak, “insanlıktan çıkmak” bu yolun sonunda varacağımız noktadır. Buna karşı durmamak, insanı toplumdan ayrışan, onun kaygılarıyla birleşmeyen bir varlık haline getirip doyumsuzca varlığını sürdüren düzenin ekmeğini elinde bıçakla yağlamaktır. Topluma, insanlığa, fikir üretiminin varlığına, hiç yoksa kendi mutluluğuna kafa yoran her insan buna müdahale etmek ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç zaman zaman yüksek bir kavrayışla şekillense de çoğunlukla dönemlik manevi ve ekonomik kaygılarla ortaya çıkar. Bu kaygıları tatmin edecek orta ya da ufak boyutlu herhangi bir unsur, insanın müdahale ihtiyacını ötelemesine neden olur. Burada görmemiz gereken, bu ihtiyacın sürekliliğinin olduğu ve bizi her seferinde bir parmak daha derine çektiğidir. Bu yabancılaşmayla savaşmanın, kendi içimizdeki çelişkileri kökten çözmenin yolu, duvarın ardını görme iradesiyle, sorumluluktan korkmadan, fikirlerimizi eyleme dökme cesaretini toplayarak mücadele etmeye girişmektir. Unutmayalım ki, duvarlar tek yumrukla yıkılmaz, tek başına zıplayarak aşılmaz. Başarıya ulaşmanın kıstası, gidiş yolunu ne kadar geniş ve kuvvetli ördüğümüzdür.

Hayatı birçok yönüyle kavrar, ilişkiler kurar ve böylece bir karakter sahibi oluruz. Fiziksel varlığımız, fikir varlığımızla anlam bulur. Fikir varlığımız onun doğruluğunu kabul ettiğimiz ölçüde devamlılık sağlar. Toplumun iyileriyle birleşir, yanlışlarına karşı fikir üretiriz. Bu yolla var ettiğimiz insan, esasında bu toplumun doğrudan öznesidir. İçinde yaşadığı toplumun yanlışlarıyla ilgili geliştirdiği fikirleri eyleme dökmenin, yani toplumu dönüştürmenin doğal özelliğimiz olduğunu konuştuk. Bu durumda, insanın toplumun tamamına hitap etmesi gerekir. Bunun doğal bir sınırı olduğunu, tek bir insanın toplumun tamamını devamlı şekilde etkileme ve harekete geçirme durumu olmadığını görüyoruz. Buradan önümüze çıkan açık bir sonuç bulunuyor: İnsan ancak beslenebileceği ve besleyebileceği, kendisinden daha büyük bir şeyle birleşirse topluma müdahale etme becerisini gösterir ve geliştirir. Ancak bu yolla kendisini gerçekleştirmenin gerçekliğini görebilir, mutluluğunu hissedebilir, ömrünü anlamlılaştırabilir.

Can Aybars

TGB Ankara İl Yöneticisi

tgb.gen.tr

Tarih:
Diğer Haberler