YAZAR
Tanzimat yeniliklerinin başını çeken Mustafa Reşit Paşa, Mehmet Emin Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ancak halka da dayanmayan, yani kısaca sadrazamın ve nazırlıkların (bakanlıklar) elinde olan bir yönetim istiyorlardı. Yönetim, yenilikleri gerçekleştirmelerine yarayacaktı. Ancak tabii, devlet yönetmek sadece resmi yetkilere değil aynı zamanda başta ekonomik ve askeri olmak üzere güç dengelerine bağlıdır. Bu yüzden, Tanzimatçılar için de şu dört soru gündemdeydi:
1- Hangi parayla?
2- Hangi orduyla?
3- Kime dayanarak?
4- Kimin için?
Osmanlı ekonomisi ciddi bir darboğaza girmiş, ordusu büyük yenilgiler almıştı. Bunların en büyük iki göstergesi yukarıda saydığımız Baltalimanı Ticaret Antlaşması ve Nizip Muharebesi yenilgisidir. Tanzimatçılar, Fuat Paşa’nın da açıkça belirttiği gibi bu soruların ilk üçüne net cevaplar verdiler: “büyük devletlerin parasıyla”, “büyük devletlerin ordularıyla”, “büyük devletlere dayanarak”. Ferman’ın ilanından sonra yapılan icraatlar bu cevapları somut şekilde gözler önüne serecektir. Hangi büyük devlet sorusunu da Mustafa Reşit ve Ali Paşalar İngiltere, Fuat Paşa Fransa, Mahmut Nedim Paşa da Rusya olarak cevaplıyordu. Paşaların bu cevaplarını ise “ittifak” ya da “işbirliği” olarak değerlendirmek zordur. Zira Doğan Avcıoğlu, paşaların bu seçimlerini, işbirliğinden ziyade “uydulaşma” olarak niteliyor. 1789 Fransız Devrimi ile birlikte yükselmeye başlasa da bu dönem Osmanlı topraklarında henüz “vatan”, “millet(ulus)” ve “milliyetçilik” kavramlarının gelişmediğini söyleyebiliriz. Bunlar Yeni Osmanlılar hareketiyle birlikte karşımıza çıkana kadar “milletin çıkarı” ya da “vatanın bağımsızlığı” gibi kaygılar da dolayısıyla yoktu. Tanzimatçıların yapılacak yeniliklerde Batılı devletlere dayanmasının sebeplerinden biri de bu kavramların yokluğuydu.
KİMİN İÇİN?
“Kimin için?” sorusunun cevabına gelelim. Tanzimat’ın can ve mal güvenliğini koruyan maddesi şöyledir: “Bundan sonra suçluların davaları şer’i kanunlar gereğince alenen incelenip hüküm verilmedikçe, hiç kimse hakkında gizli ve açık idam ve zehirleme muamelesi caiz değildir.” ve “Birinin açığa çıkmamış suçu ve kabahati olduğunda onun mirasçıları, o suç ve kabahatten uzak olup suçlanamayacaklardır. Onun malı müsadere edilemez, mirasçıları mirastan mahrum edilmezler.”9 Bu maddeler, anayasaya girişimi ve denetleme organına sahip olmayan kanunlar olduğuna göre “Tanzimat’ın asıl amacının yönetenle yönetilen arasındaki bağları kurmak olmaktan çok, hükümdarın mutlak yetkisinin halk ya da onun temsilcileri karşısında değil, hükümet karşısında kısıtlanması olduğu sonucu çıkar.”10 Bu durumda can ve mal güvenliği tedbirinin birinci dereceden muhatabının Tanzimat paşaları olacağını söyleyebiliriz. Büyük devletlere de bildirilerek onların ve saray çevresi bürokrasisinin garantisi altına alınmıştır. Ayrıca, yasalar şeri hükümler uyarınca uygulanmaya devam edecektir. Yani ortada bir anayasa yapma girişimi yoktu ve yasalar hala şeri hükümlere bağlıydı. Bu da demektir ki, Tanzimat yasaları Müslüman halk için herhangi bir yenilik getirmemiştir. Başta Hristiyanlar olmak üzere Osmanlı’daki azınlıkların can ve mal güvenliği hakları ise, denetleme boşluğu kullanılarak, Batılı devletler tarafından denetlenecektir. Zaten 1856’da yayınlanacak Islahat Fermanı da bu denetlemelerin bir sonucudur.11
Yani Tanzimat Fermanı, paşaların padişah karşısında yetkilerini genişletmiştir. İktidarın, bir kişiden bir gruba geçmiş olması açısından ilericidir. Zaten pratikte bir süredir böyle yürüyen durum, bir ferman ile güvence altına alınmıştır. Paşalar, Ferman ile artan haklarıyla birlikte artık Tanzimat dönemi politikalarının belirleyici unsuru oldular. Bundandır ki, Yeni Osmanlılar Cemiyeti kurulduğunda padişaha değil hükümete yani Bab-ı Ali’ye muhalefet edeceklerdir.
Ferman, bir önemli değişikliğin daha yapılacağını duyurmuştu. Osmanlı’da 17. yüzyılın başlarından beri İltizam Sistemi adıyla yeni bir vergi toplama sistemi uygulanmaktaydı. Bu sistem mukataa bölgelerinde, yani geliri doğrudan Hazine’ye giden miri araziye (devlet arazisi) bağlı topraklarda uygulanıyordu. Mukataa arazilerine sistemi uygulamak üzerine Mültezimler atanıyor ve halktan vergiyi bunlar topluyorlardı. Mültezimlerin atanması, İltizam topraklarının ihalesiyle gerçekleşiyordu. Osmanlı merkezi otoritesinin zayıfladığına işaret eden bu sistem, otoritenin gitgide daha da zayıflamasıyla İltizam bölgelerinde “ayan” denen yerel önderlerin güçlenmesine, kendi etraflarında bir ekonomik güç ve hatta ordu oluşturmalarına sebep oluyordu. Bunun en net örneklerinden biri bugünkü Bulgaristan sınırları içinde bulunan Rusçuk’un ayanı Alemdar Mustafa Paşa’dır. Alemdar Mustafa Paşa, ordusuyla İstanbul’a gelip Bab-ı Ali’yi basarak 4. Mustafa’nın tahttan indirilip yerine 2. Mahmut’un geçirilmesinde büyük etki yapmış, ardından da 2. Mahmut döneminde sadrazamlığa atanmıştır. Ferman, bu iltizam sisteminin de kaldırılmasını öngörüyordu. Ancak denebilir ki yalnız öngörmekle kalmıştır. İltizamı ancak 1925’te Cumhuriyet yönetimi kaldırabilecektir.12 Baltalimanı Antlaşması’nı imzalayan ve Nizip yenilgisini henüz yaşayan Osmanlı’nın iltizamları hemen 1839’da kaldırması da zaten gerçek dışıdır.
FERMANIN HEMEN ARDINDAN
Fermandan hemen sonra 1840 yılında olan üç gelişme, gösterdikleri açısından önemlidir. Birincisi Londra Antlaşması’nın imzalanması, ikincisi Yüksek Şura’nın Ceza Kanunu yapmaya girişmesi, üçüncüsü de “kaime” denilen ilk kağıt paraların piyasaya sürülmesidir. Londra Antlaşması, Osmanlı-Mısır Savaşı’nı İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya’nın gözetiminde bitirmiş, Mısır’ın ele geçirdiği topraklardan geri çekilmesi için ismi geçen devletler, antlaşmaya dayanarak askeri gücünü Mısır’ın elindeki Osmanlı topraklarına sokup, buraları Osmanlı’ya geri vermiştir. Yüksek Şura’nın ise hazırladığı Ceza Kanunu, içerik açısından ilk yarı modern ceza kanununun ortaya çıktığı girişimdir. Aynı zamanda adalet alanında modern hukuk ile şeriat hukuku arasında Tanzimat’ın ilk “ikiliğidir”.13 Kaime isimli kağıt paralar ise aynı zamanda tahvil yerine geçiyordu. Bu yüzden, henüz bir bankanın olmadığı Osmanlı’da borçlanmanın sistemleştirilmesi anlamına geliyordu.14
Tanzimat’ın en çok üzerinde durduğu alanlardan biri hukuktur. Niyazi Berkes “Osmanlı gelenekleri açısından kanunlaştırma süreci, çağdaşlaşma sürecinin özüdür.”15 diyor. Çünkü Osmanlı’da kadı hem şeriat hukukunu hem kanun hukukunu uyguluyor ve kadının yargılamasına geniş bir alan bırakılıyordu. Bunların Mecelle ile kitap haline getirilmesi, kanunlaştırma yönünde bir adımdır. Gelenekler, yeni ihtiyaçları karşılamaya yetmediği için, yazılı kanunların ortaya çıkma ihtiyacı doğmuştur. Ceza Kanunnamesi (1840) ve Ticaret Kanunnamesi (1850) bu dönemde hazırlanmış, şeriat ve kilise mahkemelerinin yanında Nizamiye Mahkemeleri (1854) de bu dönemde kurulmuştur. Avrupa tüccarları ile Osmanlı tebaası arasındaki anlaşmazlıkları, Avrupa ticaret kanunlarını kullanarak çözmek için 1840’ta Ticaret Meclisi kuruldu. Bu meclis, 1847’de kapitülasyon hakkına sahip devletlerle yapılan sözleşmeler sonunda 10 yabancı, 10 Müslüman, 10 gayrimüslim üyeden kurulu “karma” mahkemelere sahip hale geldi.16 Burada iki nokta önemlidir:
Birincisi, Ticaret Mahkemeleri, Şeyhülislamlık’ın yargılama alanı dışında kurulan ilk mahkemelerdir. Dolayısıyla ilk kez bu mahkemelerle birlikte şeri yargılama usullerinden ayrılmış bulunuyoruz. İkincisi, mahkeme üyeliklerinin üç parçaya bölünmesi, bir eşitlikten ziyade önceki dengelerin bozulduğu ve Osmanlı Müslümanlarının, yani Osmanlı Türklerinin dezavantajlı konumda olduğu anlamına gelir. Çünkü Batılı devletler, Osmanlı gayrimüslimlerinin içindeki sermaye sahipleriyle hem hukuki denetleme ilişkisine sahiptir, hem de özellikle bankerler aracılığıyla aralarında para ticareti ilişkisi de vardır. Doğan Avcıoğlu bu gelişmeyi şöyle nitelendiriyor:
“1838 Antlaşması, serbest ticaret şartlarını hazırlamıştı. Tanzimat ise, Batı kapitalizmi yararına kurulan bu açık pazar düzeninin gerekli kıldığı idari, mali vb. reformları getirecektir. Batı kapitalizminin Türkiye’de yaslanmak istediği Rum ve Ermenilere imtiyazlı bir durum sağlayacaktır.”17
Ceza Kanunu’nun inşası ise, şeriatın modernleştirilmesi çabalarıyla sürmüş, 1858’de Fransız Ceza Kanunu’ndan alınan bir ceza kanununa kadar kayda değer bir değişme olmamıştır. Bu Ceza Kanunu alındıktan sonra da şeri hukuk ve modern hukuk arasındaki uyumsuzluklar uzun süre ikilik olarak devam etmiştir. Bunun etkileri Tanzimat’ın sonlarına doğru Ahmet Cevdet Paşa’nın başını çektiği Mecelle’nin hazırlanmasında da devam edecek. Cevdet Paşa, Mecelle’nin hazırlanmasında esas kaynağı “Hanefi okulunun fıkıh eserleri”18 olarak kabul etti. Medeni hukukun bir ulusun varlığı için temel olduğunu varsaymasının yanında, anayasaya da kesinlikle karşı çıktı. Bu yüzden Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasicilik akımına da katılmadı. Cevdet Paşa eklektik diye niteleyebileceğimiz yani geleneksel ve modern hukuk anlayışlarının karışımı bir yöntemi izlemeyi tercih etti. Tanzimat’ın hukuk anlayışı da tam olarak buydu ve bu yüzden içinde ikilikler içeriyordu. Yabancı devletlerin “denetleme” müdahalesinin ve Islahat Fermanı’ndan sonra azınlıkların kendi yargılama yetkilerinin arttırılmasının bu ikiliklerin çözülmesi önünde bir engel oluşturduğunu da söyleyebiliriz.
Tanzimat, modernleşmenin yapıtaşlarından eğitim üzerinde de yenilikler getirdi. Burada da benzer ikilikleri görmek mümkün. 1838’de Yararlı İşler Meclisi’nin hazırladığı rapora aykırı olarak 1845’te Maarif Meşveret Meclisi din eğitimini arttırdı, bunun yanında kız çocuklarının da ortaöğretim girişi başladı ve yine 1845’te ilk yüksekokul olan ve bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin de temelini atacak olan Darülfünun yapılmaya başlandı ve bina 1863’te tamamlanmasıyla eğitime başladı. Aynı zamanda Encümen-i Daniş ismiyle bir bilim kurulu 1851-1862 tarihleri arasında faaliyet gösterdi. Bu, yükseköğretim için akademik kaynak oluşturmak ve aynı zamanda ilköğretim ile ortaöğretim arasındaki zıtlığı çözmek için kurulmuştu. Tanzimat’ın ilerleyen aşamalarında ilköğretim ve ortaöğretim arasındaki ikiliği Niyazi Berkes şöyle açıklıyor:
“2. Mahmut zamanından beri eğitimin devletleştirilmesi tutumu başladığı halde, ilkokullar için medrese dışında öğretmen yetiştirme kursları ya da okulları gibi bir fikir henüz doğmamıştı. Onun için ilkokullarda din eğitimden değil, modern eğitimden geçmiş öğretmen bulunamadığı halde, medreseden yetişme öğretmen bol sayıda bulunduğundan bu okullar yine medresenin etkisi altında kalmışlardı.”19
Aynı zamanda 1861 yılında Osmanlı Bilim Derneği anlamına gelen Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye kuruldu. Bunun başında Tıbbiye’nin ilk mezunlarından olan ve Cevdet Paşa’yla da birçok fikri çatışan Tahir Münif Efendi vardı. Bu cemiyet aynı zamanda Osmanlı’daki ilk bilim dergisi olan Mecmua-i Fünun’u da çıkardı. 3. Selim ve 2. Mahmut’tan beri gelişen reform hareketlerinin eğitime yansımaları, geleneksel eğitim ile yani ulema ve Şeyhülislamlık ile sürekli çatışmalar yaşadı ve Tanzimat Dönemi’ndeki eğitimde yenileşme hareketleri bu çatışmaların bir devamı oldu. Üstünlükler zaman zaman el değiştirdi.
FRANSIZ BAYRAĞI İLE EĞİTİM
1 Eylül 1868’de Galatasaray Lisesi’nin kurulması Tanzimat Dönemi’nin karakterini gösteren olaylardan biridir. Dersleri Fransızca verilen, Fransa liseleri modelinde eğitim yapan bu okul Fransa Eğitim Bakanı Duruy’un bir projesiyle kuruldu. Müslüman, Hristiyan ve Yahudi öğrencileri bir araya toplayarak, ayrı ümmetleri tek çatı altında birleştirdi bu okul. Farklı dinlere ve etnik kökenlere mensup öğrencilerin aynı okulda eğitim görmesi bir ulus olarak Osmanlılığı geliştirecekti ancak Fransız bayrağı altında bir Osmanlılık. Zaten, okulun açılmasının hemen önce Vatikan, Katoliklerin bu okula gitmesini yasakladı20, ardından ise Rusya, Ortodoks Rumların bu okula gitmemesi için çaba harcadı.21 Sonra hukuk, sivil mühendislik ve ekonomi bölümleri bir yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’da değil, Galatasaray Lisesi’nde açıldı ve okulun etkisi iyice arttı. Papalığın ve Rus Elçiliği’nin tepkisinden de anlaşılabileceği gibi, bu okul Fransız nüfuzunu yayıyordu ve bununla ilgili esas tepki Osmanlı içinden değil, Tanzimat’ın sırtını yaslamaya çalıştığı “Düvel-i Muazzama”dan geliyordu. Zaten bunun sonrasında Amerikalı, Avusturyalı, İngiliz, Alman, İtalyan okulları da arka arkaya açılacaktır. Tabii burada, 1856’da yayınlanan Islahat Fermanı’nın esas etkisi vardır. Osmanlı’da 1839-1867 yılları arasında 19 Fransız okulu ve 1867-1914 arasında toplam 69 yabancı okul açıldı.22
EKONOMİ TIKIRINDA MI?
Tanzimat politikalarının ekonomiye yansıması kendisini en çok Islahat Fermanı’ndan sonra somut olarak gösterdi. Şevket Pamuk, Islahat Fermanı yayınlanmadan önce üç ekonomik dönüm noktası olduğundan bahseder:
1- 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması
2- 1850’lerden itibaren demiryolları yatırımı konusunda yabancı sermayeye verilen imtiyazlar
3- 1854 yılında başlayan “istikraz” yani borçlanma23
Bu üç adımın dönüm noktasında ortak düşünülenin de uzun vadeli sonuçlar değil, kısa vadede Batılı devletlerden sağlanacak siyasal ve mali destek olduğunu söylüyor. Bu dönüm noktalarının yanında Islahat Fermanı öncesi Tanzimat’ın getirdiği bazı ekonomik yeniliklere de göz atmak faydalı olacaktır. 1840’ta Ticaret Meclisi’nin ve 1847’de ticaret mahkemelerinin kurulması iki sebebe dayanır: İlki hukukun modernleşmesi sürecinde, şeri hukukun ticaret alanındaki değişmelere daha açık olmasıdır. Bu biçimsel bir sebeptir, kolaylık sağlamıştır. Daha etkili olan ikinci neden ise Osmanlı ekonomisinin Baltalimanı ile içine girdiği ve sırtını yaslamaya çalıştığı yeni “açık pazar” ekonomisidir. Ticaret Meclisi ve mahkemeler açık pazarın işlemesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca, Osmanlı’da ilk borçlanma sözleşmesi 1854’ten 4 yıl önce Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış ancak Vekiller Heyeti bunu reddetmiştir.
Burada araya girerek şunu belirtmek gerekir ki, borçlanmak yanlış bir şey değildir, devletler borçlanır. Hatta iç ve dış borçlanmanın kalkınma politikaları içinde de önemli bir yeri vardır. Önemli olan ve dikkat çekeceğimiz husus ne için ve hangi bedel ile borçlanıldığıdır. Osmanlı’da ve Cumhuriyet dönemimizde bazı borçlanmalar “şartlı”dır, paranın ödenmesi dışında paranın nereye kullanılacağı gibi denetlemeler de içerir. Bu parantezi burada kapatarak devam edelim.
Osmanlı Devleti borçlandığı dönemde Avrupai bir saray olan Dolmabahçe’yi24, Çırağan ve Beylerbeyi saraylarını inşa ettirdi. Dolmabahçe Sarayı’nın yapımına 5 milyon altın harcandıktan sonra Maliye Hazinesi çalışan aylıklarını önce ay başı yerine ay ortasında, sonra üç dört ayda bir ödemeye başladı.25 Sarayların inşası böyle bir durumda yapılmıştı. Saraylar, sultanların görkemli yaşama isteğinin değil, Batı ile ilişkileri geliştirme isteğinin bir sembolüdür. Osmanlı borçlarının kullanımını tarihsel bağlamından ve altyapısından koparıp bireyin savurganlığına indirgemek çok büyük bir yanlış olur. Dolmabahçe Sarayı siyasi ve mali ilişkilerimizin arttığı Avrupalıları ağırlamak içindi, kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyordu Tanzimat Hükümeti. Çünkü yaptıkları kalkınma planı 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması ve sonraki gelişmelerle ortaya çıkan Batıya ve açık pazara dayanarak kalkınmak idi. Mustafa Kemal Atatürk, Tanzimat Dönemi’nin bu ekonomi politikalarını 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmasında şöyle değerlendirdi:
“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini müdafaa edemeyen iktisadımızı, bir de iktisadi kapitülasyon zincirine bağladı. Teşkilat ve ferdi kıymet bakış açısından, iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de fazla olarak, imtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Temettü (kâr payı) vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman, istedikleri eşyayı, istedikleri koşulda memleketimize sokuyorlardı. Bütün iktisadi şubelerimize, bu sayede mutlak hakim olmuşlardı. Efendiler, bize karşı yapılan rekabet, hakikaten çok gayri meşru, hakikaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz bu suretle, gelişmeye uygun sanayimizi de mahvettiler. Tarımımızı da zarara uğrattılar. İktisadi ve mali gelişme ve olgunlaşmamızın önüne geçtiler.”26
Tolga Dişçi
Türkiye Gençlik Birliği GYK Üyesi / Ankara İl Sekreteri
Kaynakça:
9- BALCI Muharrem, Tanzimat’tan Günümüze Islah, Resepsiyon ve Uyum Çalışmalarının Tahlili, 2000, s. 44.
10- BERKES Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 2017, s. 215.
11- a.g.e, s. 216.
12- AKŞİN Sina, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul 2007, s. 30.
13- BERKES, a.g.e, s. 223.
14- PAMUK Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2014, s. 229.
15- BERKES, a.g.e, s. 221.
16- Ubicini, I: 171-174 ve Temperley, The Crimea, s. 233-234.
17- AVCIOĞLU Doğan, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, İstanbul 2015, s. 82.
18- BERKES, a.g.e, s. 226.
19- a.g.e, s. 230.
20- ENGELHARTD Eduardo Phillipe, Tanzimat ve Türkiye, s. 176-177.
21- BERKES, a.g.e, s. 242.
22- AVCIOĞLU, a.g.e, s. 134.
23- PAMUK, a.g.e, s. 205.
24- ŞEHSUVAROĞLU Haluk Y., İstanbul Sarayları, İstanbul 2011, s. 3-5.
25- GÜLERSOY Çelik, Dolmabahçe, İstanbul 1990, s. 60.
26- AVCIOĞLU, a.g.e, s. 8.
tgb.gen.tr