

YAZAR
Kimi tarihçiler, Tanzimat Dönemi’ni Islahat Fermanı öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmıştır. Kolay incelenmek açısından ikiye ayırıp bakabiliriz ancak Islahat sonrası dönemi Tanzimat Fermanı’nı ve onu hazırlayan koşulları bilmeden yorumlarsak, köklerinden koparmış oluruz. Islahat, Tanzimat Dönemi içindeki bir kopuş değildir. Tanzimat kendi içinde sürekliliği olan bir dönemdir, içinde ikilikler barındırmakla birlikte politikaları gitgide ivmelenerek hızlanmıştır. Denebilir ki, Islahat Fermanı ile, Tanzimat politikacıları vites yükseltmiştir. Islahat Fermanı 18 Şubat 1856 tarihinde, dönemin Sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa tarafından hazırlanmıştır. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın vaatlerini gerçekleştirecek somut reformları sayar.27 Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Bütçe hazırlanacak ve banka kurulacak.
2- Mezhep, dil, cinsiyet gibi hususlarda küçültücü sözler tamamen yasaklanacak ve buna dair tüm resmi kavramlar silinecek.
3- Mahkemelerde Hristiyanların şahitlikleri kabul edilecek.
4- Hristiyanların cemaat örgütlenmeleri düzenlenerek, meclislerine ruhbanların yanında halktan temsilciler katılacak.28
5- Hristiyan ve diğer gayrimüslimler de, Müslümanlar gibi askerlik görevlerini yapacaklar. Bedel veya para ödemek suretiyle kısa süreli askerlik yapılabilecekler.
6- Her cemaat, eğitim, meslek ve sanayiye dair okullar açmaya izinli olacak. Bunlar bir eğitim meclisi tarafından denetlenecek.
7- Yabancılara Osmanlı topraklarında mülk edinme hakkı verilecek.
8- Vergi eşitliği sağlanacak.
Ayrıca Ferman’ın önemli iki noktası daha var. Ferman’da, ilk defa bir “Osmanlı Ulusu”ndan söz edilmiş ve tebaa yerine “vatandaş” tabiri kullanılmıştır. Bu iki kavram Osmanlı Devleti için çok yenidir ve bir modernleşme belirtisidir. Ümmetler sistemiyle (resmi ismi o zamanki söylenişiyle millet sistemidir) yönetilen Osmanlı’dan, bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçerken vatan, vatandaş, ulus gibi kavramlar çokça ön plana çıkacaktır çünkü bunlar ulus devletin temelidir. Ancak Osmanlı’nın toplum yapısına aykırıdır. Yani bu kavramlara ve Ferman’ın yukarıda belirttiğimiz içeriğine baktığımızda din ayrımı ortadan kaldırılarak tüm Osmanlı halkının “Osmanlılık” çatısı altında toplanmaya çalışıldığını görürüz. Aynı zamanda, ekonomik kalkınmanın sağlanması için sermaye sağlamak amacıyla banka kurulması ve kalkınmanın düzenli işlemesi için bütçe hazırlanması planları karşımıza çıkar. Bunlar bir ferman kağıdı üzerine yazdığınızda ilerici yeniliklerdir. Ama tabii burada da Tanzimat Fermanı’na sorduğumuz soruların aynılarını sormalıyız:
1- Hangi parayla?
2- Hangi orduyla?
3- Kime dayanarak?
4- Kimin için?
Bu soruların cevaplarını bulabilmek için, kafamızı bir anlığına kağıttan şöyle bir kaldırıp etrafa bakmamız gerekir. Bu sorulara ilk cevaplar bir ay içinde geldi. Rusya ile Osmanlı arasında 3 yıl süren, Namık Kemal’in meşhur Vatan yahut Silistre’sine de konu olan Silistre Muharebesi’nin yapıldığı Kırım Savaşı’nı Osmanlı kazandı. Savaş sırasında 300 bin kişilik Osmanlı Ordusu’na, 400 bin kişilik Fransa, 250 bin kişilik Britanya ve 15 bin kişilik Sardinya orduları da eklendi. Yaklaşık 700 bin kişilik Rus Ordusu’nun karşısında zafer, Britanya ve Fransa’nın açık askeri desteği ile kazanıldı. Savaş 30 Mart 1856’daki Paris Antlaşması ile son buldu. Paris Antlaşması’nın bazı sonuçları şöyledir:
1- Osmanlı Devleti, Avrupa’nın bir üyesi oldu. Toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa’nın garantisi altına alındı.
2- Karadeniz’de hiçbir tersane ve donanmanın bulunmaması kararı alındı.
3- Eflak ve Boğdan’a özerlik verildi. Özerkliklerinin garantisi Avrupalı devletler olarak kabul edildi.
4- Sırbistan’ın Osmanlı’dan aldığı imtiyazlarına devamına ve bu imtiyazların güvencesinin Avrupalı devletler olmasına karar verildi.
5- Islahat Fermanı’nın Avrupalı devletlere tebliğ edilmesi kararlaştırıldı.
Aynı zamanda Osmanlı temsilcisi Sadrazam Ali Paşa, Osmanlı’nın Avrupa üyesi olmasını sebep göstererek kapitülasyonların kaldırılması meselesini açmak istedi ancak konu konuşulmadı.
İlk bir aylık süreç, Islahat Fermanı’nın dayanak noktasını bu şekilde belirledi. Bunun yanında, Tanzimat Fermanı’nı okuyan ve Islahat Fermanı yayınlandığı zaman hükümette olmayan Mustafa Reşit Paşa, Ferman’ı doğrudan padişaha sunduğu bir yazıyla çok sert eleştirdi. Tanzimat Fermanı’nın gerekli her şeyi kapsadığını o yüzden Islahat Fermanı’nın gereksiz olduğunu ve burada egemenliğe aykırı imtiyazlar verildiğini söyledi. Ayrıca belgenin Paris Barış Antlaşması metninde anılmasının bu iç meseleyi uluslararası bir sorun haline getireceğini belirtti. Oysa Mustafa Reşit Paşa Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın mimarıydı ve yukarıda bahsettiğimiz İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston’a verdiği muhtırada Osmanlı yönetimini eleştiriyordu. Osmanlı’da nasıl bir düzen kurmak istediğini İngiltere’ye, tam da onlardan yardım isterken bildiriyordu. Reşit Paşa’nın Tanzimat Fermanı’nın hala gerekli olduğunu savunduğuna göre eski uygulamalarının bize gösterdiği düşünceleri de değişmemişti.
Tanzimat Dönemi’nin önemli isimlerinden olan ve Reşit ve Ali Paşalar ile de çok yakın çalışan dönemin Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Keçecizade Fuat Paşa ise Islahat Fermanı’nın Antlaşma’ya eklenmesinin, dış ülkelerin müdahalesini engelleyeceğini savunuyordu. Ciddi siyasi değişikliklerin yapılmadığı bu fermanda, Paşalar arasındaki ayrışmaların sebeplerini de baskın olan yabancı devletin kim olduğunda aramak mümkün. Yukarıda, Reşit Paşa’nın İngiltere, Ali ve Fuat Paşaların da Fransa ile ittifakı savunduğundan bahsetmiştik. Bu Antlaşma’nın Fransa’nın denetiminde imzalanması ve Islahat Fermanı’nın farklı azınlıkların haklarını eşitleyerek, büyük devletler arasında fırsat eşitliği yaratmasının da, bu tartışmaların sebeplerinden biri olduğu söylenebilir. Çünkü o döneme kadar çeşitli haklar açısından avantajlı olan Ortodoksların, diğer Hristiyan cemaatler ile aynı konuma gelmesi Rusya’nın da tepkisini çekecekti. Yani denebilir ki ferman ve uygulamalar aynı zamanda büyük devletlerin alan kapma yarışıydı.
TANZİMAT SÜTUNLARI ÜSTÜNDE ISLAHAT
Tanzimat Fermanı ve sonrasındaki gelişmeler ile yetkilerini genişleten Tanzimat Paşaları, burada da Fuat Paşa’nın “yan kuvvet” diye tanımladığı sefaretlere (elçilikler) dayanmayı tercih ettiklerini açıkça ortaya koydular. Zaten 1839-1856 arasındaki dönem ne askeri anlamda ne de ekonomik anlamda ciddi bir dönüşüm sağlamıştı. Reformcu Paşaların da bu 17 yıllık dönemde, büyük devletlere dayanarak iş yaptıkları düşünüldüğünde, Osmanlı’nın kendi kendini yönetebildiği ciddi bir dönüşümün olmasını beklemek yanlış olur. Yine Islahat Fermanı’nın yayınlandığı 1856 yılında, İngiltere’de İngiliz sermayesiyle, Osmanlı’daki yatırımlara kaynak sağlaması amacıyla Ottoman Bank ismiyle Osmanlı Bankası kuruldu. 1863’te Fransız ve Osmanlı sermayesiyle birleşerek Osmanlı topraklarına taşınan bu banka, Bank-i Osmani-i Şahane adını aldı ve bankaya tahvil satma yani devlet adına borçlanma yetkisi verildi. Bu banka, 1874 yılında Merkez Bankası görevini üstlendi yani eline para basma yetkisi aldı.30 Yani kolayca diyebiliriz ki Tanzimat’ın ilk üç soruya cevabı Islahat Fermanı yayınlandığında da değişmemiştir: “büyük devletlerin parasıyla”, “büyük devletlerin ordularıyla”, “büyük devletlere dayanarak”.
Peki Osmanlı halkları, “Osmanlı milleti” çatısı altında birleştirilebilecek miydi? Yani ortak tarihi ögelere, ortak kültüre, ortak dile, ortak ideallere ve ortak ekonomik pazara sahip bir yapı haline gelebilecek miydi? Bunun için yine eğitim, ekonomi, hukuk ve askeriye gibi alanlara bakmak gerekir. Tanzimat Fermanı sonrasında bu konularda yapılan bazı yeniliklere değinmiştik, Islahat Fermanı bunlara bazı ekler yaptı.
Askeriye alanında getirilen yenilik artık gayrimüslimlerin de askere alınacak olması yani Osmanlı Devleti için savaşa katılacak olmasıydı. Peki hangi kuvvet, şimdiye kadar silah altına girmeyenlerin ellerine silah almalarını sağlayacaktı? Gayrimüslimler askerlik yapmadı. Yapmayınca bari bir şey ödeyin diyen devlet, gayrimüslimler için Bedel-i Nakdi adı verilen bir bedelli sistemi çıkardı. Bu da büyük oranda ödenmedi. Bu sırada, önceden gayrimüslimlerin askere gitmedikleri için ödedikleri “cizye” vergisi de zaten kaldırılmıştı. Şimdi devletin asker sayısı artmadığı gibi, gelir kaynaklarından biri de eksilmişti.31 Osmanlı’nın 1748 bütçesine göre cizyenin toplam gelir içindeki oranı %38,2 idi.32 Devletin ne kadar büyük bir gelir kaybı yaşadığını buradan yaklaşık olarak hesap edebiliriz.
İltizam kaldırılmıştı. Ancak 1858’deki Arazi Kararnamesi ile topraktaki özel mülkiyet tanındı ve toprak alım satımı serbest bırakıldı.33 Bunun sonucunda özellikle Rumeli bölgesindeki ağalar miri yani hazineye ait toprakları özel mülke çevirmeye devam etmiştir.34 Aynı zamanda, bu reform girişimlerinin en önemli amaçlarından biri merkezi devletin gücünü arttırmaktır. Ancak ekonomik olarak Batılı devletlere dayanıldığı ve Avrupa sermayesinin ciddi müdahalesine izin verildiği için Osmanlı Devleti’nin kendi sınırları içinde ekonomi alanına müdahalesi daralmış, bunun sonucu olarak da merkezi otoritesi zayıflamıştır.35
Yani toplam olarak, Osmanlı Devleti’nin reformları uygulaması çoğu zaman mümkün olmadı. Bu olaylar arasındaki bağlantıyı Niyazi Berkes şöyle açıklıyor:
“Osmanlı Devleti, egemenliğini uygulayacağı topraklarda siyasal hükmü yürümediği için, ekonomik kalkınma programı da yürütemezdi. Toprakları üzerinde kendi egemenliğine aykırı imtiyazlar edinmiş dış devletlerin ekonomik gücü hüküm sürüyordu. Devletin siyasal, ekonomik, kültürel dayanağı olarak bir ulus temeli yoktu. Kısası, tam çağdaşlaşma akımının zafer kazandığı dönem, bunun uygulayıcısı olan devletin gerçek bir toplum temelinden en çok yoksunlaştığı bir dönem oldu. Üstelik bu çağdaşlaşma yönünde her attığı adımda bu durumu daha da kötüleştiren sonuçlar yaratmak gibi bir paradoks vardı.”36
DEVLET İÇİNDE DEVLETÇİKLER VE MİLLETLEŞME
1856’dan sonra, devlet içinde devletler somut olarak ortaya çıkmayı başladı. Osmanlı’nın kontrolü dışında sistemli ya da sistemsiz olarak maliye, arazi, askeriye gibi konularda kendi egemenlik alanlarına sahip olan yapılar ortaya çıktı. Bunların bazı örneklerini inceleyelim.
1856’dan sonra Hristiyan cemaatlerin Kilise meclislerine halkın da katılmaya başlamasıyla din, eğitim, maliye, idare, sivil işler gibi alanlarda karar alacak kendi cemaat meclisleri oluşmaya başladı. Bunların eski meclislerden farkı, halkın da katıldığı bir meclis olmasıydı. Meclislerdeki bu değişim, Hristiyan cemaatlerin uluslaşması ve laikleşmesi yolunda katkı sağladı. Aynı zamanda Hristiyanların askere alınmıyor ya da bedelli de yapmıyor olması, “Osmanlı” olmalarını sağlayacak bir değişkeni daha ortadan kaldırdı. Kendi işlerini kendi meclislerinde yöneten, kendi cemaatlerine ait bir sermaye sınıfı oluşturan ve Osmanlı’ya bağımlılıkları azalan bu cemaatlerin ulus olmak için tek eksikleri kendi egemenliklerinde bir topraklarının bulunmamasıydı. Bu durumu, yarı özerklik olarak tanımlayabiliriz. Hatta Ermeni cemaatinin kuruluş ve seçim yöntemleri açısından günümüzdeki parlamentoyu çağrıştıran bir Millet Meclisleri vardı. Hatta Ermeniler kendi cemaatleri için bir anayasa hazırladılar ve 1863’te bu anayasa Tanzimat hükümeti tarafından onaylandı.37 Hristiyan cemaatler, özellikle Ermeniler ciddi bir hızla uluslaşıyorlardı. Bu durum bir Osmanlı ulusunun oluşmasını doğrudan sekteye uğrattı. Hristiyan cemaatlerin uluslaşma hareketlerinde Avrupa sermayesinin ve Tanzimat Dönemi’nde yine Avrupalı devletlerce alınan imtiyazların etkisi büyüktür. Zaten Avrupalı devletler, yukarıda da değindiğimiz gibi Osmanlı üzerindeki çıkarlarının büyük kısmını da uluslaşmakta olan cemaatler üzerinden sağlıyorlardı.
Müslüman Türklerin tarihte devlet kurma yani örgütlenme gelenekleri yüksekti. Osmanlı Devleti de bunun örneklerinden biridir. Ama Tanzimat Dönemi’nde, saray bürokrasisi dışında bir sermaye sahibi yoktu. İstanbul çevresinde kurulan dokuma fabrikaları, feshane, tophane, tersane, demir dökümhaneleri, kağıt fabrikaları vs. de 1850’lere gelindiğinde büyük oranda yok olmuştu. Bunun yanında, sermayesini geliştirebilecek nitelikte olan en önemli ekonomik yapı lonca teşkilatlarıydı. Bunlar, aynı işi yapan ya da aynı yerde iş yapan esnaf ve sanatkarların birlikleriydi. İthalatın artması ve mal ikamesinin kolayca sağlanmasıyla loncalar devlet için önemini yitirdi. Ufak destekler verilse de eski etkilerini kaybettiler.38 Parayı yöneten Osmanlı Bankası da zaten İngiltere, Fransa ve Osmanlı’nın ortak sermayesinin elinde bulunuyordu. 1866’da kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun raporuna göre, 30-40 yıl öncesine kadar en iyi durumda bulunan tabakçılar esnafı ve çokça tezgaha sahip kumaşçılar, kemhacılar, çatma yastıkçılar gibi sektörler bu süre zarfında %90 civarında üretim gücü kaybetmiştir. Bu yüzden Türklerin uluslaşmasını sağlayacak ekonomik bir altyapının oluşmaya başlaması bile ancak 19.yüzyılın sonlarında olacaktır.39 (Bu sırada Mısır’da bir sanayileşme atağı oldu ancak antlaşmaların etkisiyle o da bastırıldı. Detaylı bilgi için Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında Mısır Kalkınmasının Sonu başlıklı bölümü inceleyebilirsiniz.)
Ayrıca Osmanlı’nın aydın kesimini de yine saray çevresindeki yüksek bürokrasi oluşturuyordu. Bu paşalar da, Fuat Paşa’nın belirttiği gibi halktan ümitli değillerdi ve yenilikler için kuvveti Düvel-i Muazzama’da arıyorlardı. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde bu aydın tipini şöyle tanımlıyor:
“Garp taklitçisi ve Garp mahkumu. Tepeden tırnağa ‘alafranga’ cilalı adam. Milletinden de, memleketten de uzaklaşmıştır. Milletinden de ümitsizdir. Milletin ve memleketin kendini benimsemediğini de bilir. Frenk doğmadığına pişmandır. Ancak Düvel-i Muazzama kontrolü altındaki bir Türkiye’de hayat hakkı olduğuna inanmıştır. ‘Bu millet adam olmaz’ ona göre. Bu milletin ona borcu, ya içeride rahat ve refah içinde yaşatmaktır, ya elçilikler kadrosunda ona yer, konak ve araba ve altın vermektir.”
Türk uluslaşmasının öncülüğünü yapacak bir aydın tabakası ancak 1860’ların ortalarında Yeni Osmanlılar ile gün yüzüne çıkabildi. Bu yüzden, Osmanlı ulusunun oluşamamasının yanında, Tanzimat Dönemi, Türk ulusunun oluşmasının da önüne zorluklar çıkarmış oldu. Bu süreçte uluslaşan gayrimüslim cemaatler ise Osmanlı Devleti içinde merkezi otoriteden bağımsız yarı özerk yapılar haline dönüştü ve Batılı devletlerin Osmanlı üzerindeki nüfuzunu arttırdı.
Aynı süreçte Osmanlı Bankası da devlet içinde, devletten ayrı hatta onun aleyhine bir tutum alıyordu. 93 Harbi olarak da bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı Bankası, devlete borç vermeyi reddetmiştir. Bunun yanında, para basma işlemini dahi Avrupalı devletler çıkarları doğrultusunda yürütmüştür. Büyük devletler için Osmanlı parasının istikrarı, yani değerinde ciddi oynamalar olmaması mevcut ticaretlerine aynı şekilde devam edebilmeleri açısından önemliydi. Bunun için Osmanlı Bankası, az miktarda para basarak, Osmanlı parasının değerini sabit tutmaya uğraştı. “Oysa” diyor Şevket Pamuk “dış ticaretin istikrar koşullarında yürütülmesi yerine, Osmanlı ekonomisini canlandırmayı temel amaç olarak kabul eden bir merkez bankasının, belirli dönemlerde daha fazla para basarak ekonomiyi canlandırması mümkün olabilirdi.”40
Tolga DİŞCİ
Türkiye Gençlik Birliği GYK Üyesi / Ankara İl Sekreteri
Kaynakça:
27- BERKES Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 2017, s. 216.
28- a.g.e, s. 216-217.
29- Cevdet Paşa, Tezakir, Ankara 1953.
30- PAMUK Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2014, s. 229,234.
31- BERKES, a.g.e, s. 245.
32- TABAKOĞLU Ahmet, Osmanlı Malî Tarihi (1680-1750), İstanbul 1981, s. 410.
33- PAMUK, a.g.e, s. 214.
34- BERKES, a.g.e, s. 245.
35- PAMUK, a.g.e, s. 204.
36- BERKES, a.g.e, s. 245-246.
37- a.g.e s. 228.
38- PAMUK, a.g.e, s. 202.
39- a.g.e, s. 202.
40- a.g.e, s. 235.
tgb.gen.tr