YAZAR
Edebiyatı, yazının icadından bu yana insanın en çok beslendiği ve beslediği sanat dallarından biri olarak görebiliriz. Bir kavmin, milletin, devletin tarihini öğrendiğimiz, genel çerçevede lirik yapıya sahip olan edebi eserler bizlere birçok konuda öğretici olmakta.
Özellikle milletler, yaşadığı olayları gelecek nesle aktarırken edebiyata çok sık başvururlar. Tarihe baktığımızda, birçok kaynağın (örneğin Orhun Kitabeleri, Dede Korkut Hikayeleri, Kutadgu Bilig gibi) aslında baştan aşağı edebi bir dille yazıldığını görmekteyiz. Çünkü edebiyat, bize anlattığı tarihi ya da günümüzü içimizde yaşatırken aynı zamanda insanlık tarihinin sınıfsal çelişkilerini gözler önüne sermekte ve o çelişkilerin mücadelesini anlatmakta.
Türk tarihine baktığımızda, özellikle şiir çok önemli bir yer tutmaktadır. Asırlar boyunca önce hece sonra aruz ile yazan şairler en çok Türk tarihinden ilham almış, hem destansı hikayeler anlatmış hem de kötü olaylardan ders çıkararak yeni yollar göstermişlerdir. Orhun Kitabeleri Çin ile verilen mücadeleyi, Kutadgu Bilig nasıl daha adil ve başarılı bir hükümdar olunacağını, Dede Korkut Hikayeleri Türk töresi ve devlet geleneğine dair bilgiler vermektedir.
Elbette bu saydığımız eserlerin ortak bir paydası var: Ayaklarını bastıkları topraktan, içinden çıktıkları toplumdan beslenmek. Bu ortak payda o dönem yazılan eserlerin temel özelliğidir. Doğrusuyla yanlışıyla, yengiler ve kayıplarla, geleceğe aktarılacak her şey kendileri olmaktadır.
Cumhuriyet Şiirine Kalan Miras
1914-1922 yılları arasında 8 yıllık bir süreç içinde verilen İstiklal Harbi, Türk milletinin kazanmış olduğu en kritik zaferlerdir. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla topyekun şekilde verilen savaşın edebiyata yansıması da benzer olmuştur. Yakup Kadri, Halide Edip gibi isimlerin yazıları, dönemin ruhunu hissetmek açısından çok önemli eserlerdir.
İstiklal Harbi ile birlikte Türk milleti bağımsızlığını kazanmıştı, evet. Ancak sadece siyasi ve iktisadi bir bağımsızlık kazanmamıştı. Aynı zamanda Batı taklitçiliğinden kopma yolunda devrimci bir adım atmış, çağdaş uygarlığa ulaşma hedefini kendi dinamiklerine yaslanarak yapma görevini önüne koymuştu. Bunu edebiyat başta olmak üzere Türk şiirinde de başarıyordu.
Özellikle Osmanlı Devleti’nde şiir esasen iki farklı yolda ilerliyordu. Biri sadece saraylılar için yazılan, genellikle methiye ağırlıklı şiirler olmakla beraber diğeri ise Anadolu’da özellikle ozanlar tarafından yazılan ve hatta bestelenen şiirlerdir. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi isimler hem içinde bulundukları sisteme karşı tavır almışlar hem de bulundukları toplumun iyi taraflarını ve sorunlarını birlikte aktarmışlardır. Bu sorunların kökeni ile birlikte çözümler de üretilmiştir.
Kemalist Devrim, kazandığı silahlı savaşın yanında edebi zaferleri de kazanmak istediği için sırtını Anadolu mirasına dayamış ve Türk milletinin bağrından çıkan kültür ile yükselmiştir. Özellikle savaşın hararetini anlatan eserler ve onların devamı olanlar bu vurgular içinde ilerlemiştir.
Cumhuriyet idaresi Türkiye’de oturmaya başladığı süreçle birlikte toplumcu şiirin de yükseldiğini görüyoruz. Hem tarihsel mirasa sahip çıkıp hem de sınıfsal çelişkilere karşı koyan şiirler Türk toplumunca da gözde olmaya başlamıştır. Birkaç örnek ile inceleyelim:
Toplumcu şairler denildiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Rıfat Ilgaz, gerek düz yazı gerekse şiirlerini halkı merkeze yerleştirmiş ve halk için halka dair yazmıştır. Halkın isteği onun için hep umuttur, yarınlardır. Ilgaz, yarınların aydınlık olabilmesinin ancak umutla olacağını iyi bilmektedir:
"Silinmesin yüzündeki aydınlık,
Bize bırak acısını gidenlerin
Sen kalanlar için yaşa!
Bir kalbimiz var ki öylesine,
Nabızlarımız tanık
Bakma solukluğuna benzimizin
Çıkmayan canda umut!"
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Cumhuriyet şiiri sırtını Anadolu kültürüne yaslamış ve o birikim ile yeni eserler vermiştir. İşte bunun en güzel örneklerinden birini Ahmed Arif olmuştur. Hasretinden Prangalar Eskittim adlı kitabından bir şiirini örnek olarak verelim:
"Nasıl severim bir bilsen,
Köroğlunu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri…
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda…
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı,
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?"
Bir diğer önemli şairimiz Aziz Nesin, özellikle sınıfsal çelişkileri gün yüzüne çıkaran, okurun hem zihnine hem de ruhuna kazınan üslubuyla Türk edebiyatında yerini almaktadır. Mazlumun zalim ile savaşını hem nesirde hem de nazımda çok güzel işleyen Nesin’in dizlerinden okuyalım:
"Sultan Palamut tilki mi tikli,
Ozan’a başeğdiremez mi sanki…
Konuk diye çağırdı sarayına,
Ozanı tavlamak için.
Ama Ozan tınmadı.
Ne tuzaklar kurdu, ne tuzaklar…
Ozan’ı avlamak için.
Ama ozan zokaları yutmadı.
Sonra başladı türlü baskılar:
Sorgular, yargılar, sürgünler zindanlar filan…"
Kemalizm ile yetişmiş, Türk milletinin gelenekleriyle yoğurulmuş Attila İlhan ise, büyük bir memleket sevdalısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bastığı yerlere karşı sorumlu olduğunu, içine çektiği "Memleket Havası"nı işte şu dizelerle bize aktarıyor:
"Bu bizim gökler gibisi hiçbir dağda çatılmamıştır
Yıldızlarımızın titremesi yüreğine deprem indirir
Hiçbir yerde bu denize bu kadar tuz katılmamıştır
Topraktan sağdığımız pekmez güneşin batışı döndürür."
Tabii ki tek memleket sevdalısı şairimiz Attila İlhan değil. Toplumcu Şiirin tüm öncüleri vatanına sonuna kadar bağlı ve savunmayı bilen öncülerimizdir. İşte bunlardan bir tanesi de Nazım Hikmet’tir. Her ne kadar ülkesinde kovuşturmalar, yakalamalar, cezalar yaşasa da o yine Türkiye sevdalısı olmaya, Kemalist Devrim’in mirasçısı olmaya ve bu mirasın karşısında duranlara meydan okumaya devam etmiştir:
"Vatan sevgisi mi bu hergelelerde?
Hangi vatan sevgisi?
Sandalya, depo, fabrika, çiftlik, apartman sevgisi.
Mülkünü sermayesini al
sandalyasını çek altından,
heriflerde düşman toprağı olur vatan."
Elbette bunlar sadece verdiğimiz birkaç örnekten ibaret. Toplumcu şairlerimiz ve onların eserlerini bu yazıya sığdıramaz, ciltlerce kitapta toplarız. Ancak buradaki örneklerden de anlaşılacağı üzere toplumcu şiirin özünde bastığımız topraktan yetişme olduğunu anlıyoruz. Bu topraklarda yetişen, kendi kültürü ve tarihi ile beslenen şairlerimiz yine toplumun önündeki sorunları aşmak için bize yol gösteriyor, öncü oluyorlar. Birileri çıksın, yapsın demeyip ilerici adımlar atıyorlar. Tabii ki bunları yaparken umut dolu fikirlerle yapıyorlar. Atatürk’ün dediği gibi, ‘’Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır.’’ Dolayısıyla topluma umut aşılamak, herkesten önce onların görevidir.
En nihayetinde tamamen gerçeklere dayanan toplumcu şiirimiz, ayakları yere basmayan fikirlerle değil milletin somut gerçekliklerine dayanarak ışık olma vazifesini üstleniyorlar. Bu topraklar Pir Sultanları, Yunus Emreleri çıkardı, yetmedi Nazımları, Rıfatları, Azizleri ve daha nicelerini çıkardı, çıkarmaya da devam edecek.