TGB İSTANBUL İL YöNETiCiSi
“Toplumdan çok uzak. Sırça köşklerin hikayesi değil elbet, sokakta, köşe başında, semtimizin bir duyulmamış sokağına bakar şu tapusuz apartmanında bir ‘vatandaşın’. Ancak heyhat! Yine yalnız, yine içine dönmüş gözbebekleri, yine içine ağlar içine bakıp bakıp. Fakat bu zat gerçek diye itiraz edeceksiniz. Belki. Fakat bizim gerçeğimiz değil. Bantlarda üretilip, sonradan sahiplendirilmiş bir gerçeklik.”
Böyle dedi ‘Toplumcu’; bir başka şehir tiyatrosu çıkışı, bir başka oyun için. Ötekilerin göremediklerine kızdı yine; halk kokuları sürünmüş aristokrat sızıları, sırtına derviş çulu atmış prensvari endişeleri, tüm o çiğ yoksulluk dramasını. Hiç nasır tutmamış ellerin kalemi bu! Tüm harflerin içi boş! Öz olmalı halbuki. Öz! Anlam! Ah o kahrolasıca ‘toplumsal mesaj’ kavramı. Ne de güzel hizmet ediyor sanatı toplumdan koparmaya, sanki kutsal bir kanatlı at bir de ‘mesaj’ bağlamış gibi kuyruğuna, sevinip duruyorlar o ‘mesajlı’ oyunlara, şiirlere, romanlara. Ne sığlık! Öz! Anlam! Bunlar her şeydir, hepsi, tamamı tadılanın. Sanat bunlarsız posa değil de ne!
YETKİNLİKLE TAHLİL EDEMEDİĞİ AÇILAR
Epeydir arıyor o özü bu toplumcumuz, o anlamı elbette, ‘nasır tutan ellerden çıkacak’ eseri. Hiç acımıyor AVM’lerde patlamış mısırın yanında iyi gidecek filmlere; Taksim turlarına biraz renk katsın diye renkleri katıp karıştırıp sergileyen modern müzelere, duygu magazini haline gelen aşk romanlarına ve nicesine. Verip veriştiriyor; sırtlarını gerçeğin dikenli yatağına çarpıp patlatıyor o üzerinde ‘biz, toplum, halk’ yazan süslü balonları. Kamusal boyanın bir eseri toplumsal yapmayacağında haklıdır elbet , fakat toplumcumuzun hedef tahtasına oturan sadece bu kadarla kalmaz. Niyetimiz ona, sanat çıktısına toplumdan baktıran gözlüğünü çıkartmak, görüsünü bulanıklaştırıp biçim meczubu eleştirmenlere evriltmek değil. Ancak bu bizim toplumcumuzun gözlüğü bence buğulanmıştır.
Niye buğulanır gözlüklerimiz? Nefesimiz sıcaktır, dışarısı da soğuk; sonra nemden ötürü şu buğu peydah olur zamanla. Can sıkıcı, pek bir sinir bozucu mesele. Bizim toplumcunun gözlüğü de böyle bir zıtlıktan buğulanmıştır bana kalırsa, bu yüzden yetkinlikle tahlil edemediği açılar vardır. Ancak yanlış düşünceleri kapamadı gözünün önünü toplumcunun; tam tersine doğruları. Buğuyu yaratan toplumcunun toplumu ile elde olan toplumun zıtlığındandır. En büyük hatası toplumculuğun toplumun karakteri olduğunu sanmasındadır. Oysa toplumculuk esasında bir siyasadır, yoksa varolan durumun bir isimlendirilmesi değil. Toplumcu olmayı gerçekle tam uyumda olmak sanmaktadır. Halbuki toplumculuk da bireycilik gibi ideolojik bir tercihtir, yani bir yol çizmektir. Bu nedenle o, toplumsal bağlamlar bulamadığı eserleri bireyci ve toplumdan kopuk olmakla suçlamak eğilimindedir. Kesif bir yalnızlığı, bir vücudun dışına taşamayan -veya öyle görülen – buhranları, kendine bir karanlık çizip sonra içinde boğulan insanları tipleyen eserleri ‘kopuk’ ve bu nedenle ‘yanlış’ olarak nitelemeye de daha yakındır. Bana kalırsa böyle bir eseri toplumcu olmamakla suçlamak bile üzerinde kırk sefer düşünmeyi gerektirirken toplumsal/topluma içkin olmamakla itham etmek büyük bir kolaya kaçmadır.
İNSANLA UYUM
Buradan düşülen hata nedir? Toplumcumuz toplumu ancak kamuya yansıyan karakteri ile tanımaktadır. Yoksa birey olarak motivasyonları hakkında daha az bilgi sahibidir. Veyahut ilerletmeye koşullandığı toplumun öznelerinin doğrudan toplumsal bağlamda olmayan durumlarını görmek istemez. Yer çekiminin olmadığı, haksızlıkların yaşanmadığı, su içmeye mecbur olmadığımız, insanların binlerce sene yaşadığı bir evrenin insanına mı odaklanıyoruz yoksa? Eğer öyle değilse toplumumuzun ürettiği, evrilttiği; modern yaşamın köşeye sıkıştırdığı, önemsizleştirdiği veya tam tersine hızla idolleştirdiği insanın kendince karanlığı ve buhranları nasıl toplumsal olmaz? Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’de resmettiği yalnızlığından kendisine büyük bir korku icat eden, bu beyhude korkuda kendini yiyip bitiren, iyice kapana kıstıran karakteri gerçekten de ‘bir umutsuz kurgu’ diyip geçilecek uzaklıkta mıdır günümüz insanına? Yine “Bir Mektup” hikayesinde yalnızlıkla sarmaş dolaş bir durum olan öz-işkence hali gerçekdışı mıdır, ya da yaşadığımızdan öte midir? Netoçka Neznanova eserinde Dostoyevski, karakteri hakkında “...Sefalet ona, bir mazaret gibi kullanıldığından, saadet gibi geliyor” derken, yoksulluğun yozlaştırdığı bir hali resmederken Rus toplumuna gözü kapalı mıdır? Buradan bu yazarların toplumcu olduğu tabi ki çıkarılmamalıdır. Örneğin Tolstoy’un dönem bireyinin hezeyanlarını iyi anlatması ve gerçekçi resmi onun ekonomi bilimini aşağılayan, mutluluğu tarımsal emekte gören, eserlerinde sorunlara çözümü öze dönüş, erdem, sevgi gibi kavramlarla sunmaya çalışan amansız bir sınıf mücadelesi düşmanı olduğu gerçeğini değiştirmez. Pek meşhur “İnsan Ne İle Yaşar?” Tolstoy’un bu fikirlerinin bir manifestosu gibidir. Söylemek istediğimiz, burada aceleci davranmamak lazım. Ne konu, ne dekor, ne de sanatçının sanat eserinde eriyen tezlerini yine eserde topluma dayandırıp dayandırmaması belirler toplumsallığı. İnsanla uyum olmalı eğer bir kriter arıyorsak. Öyle ki insanın kendinde devindirdiklerine yabancı veya onların üzerinden atlayan eserler istediği kadar toplum diye haykırsın, yavandır. Gözbebeklerinin içi gülen bir umut da sunsalar yalancıdırlar. Şolohov’un Durgun Don’u, ki modern bir destan niteliğindedir, sadece dönemi, devlet siyasasının kırsalda algılanış biçimini veya sosyalist düşüncenin en ilkel yansılarının nasıl göründüğü iyi anlattığı için değerli değildir. Fakat bunu yaparken kavramları insanın, topluca veya bireysel, ötesine taşırıp ruhsuzlaştırmadığı için kıymetlidir. Amerikalı yazar Jhon Siles Reed’in yaşam öyküsünü filmleştiren Reds filminde Reed, Sovyet devlet adamı Zinovyev’le ateşli bir tartışmasında insanın kendine özgü yanlarını görmezlikten gelmenin ve hatta yoketmeye çalışmanın muhalefeti/karşıtı yokedeceğini, bunun da devrimi yozlaştıracağını çünkü devrimin kendisinin bir muhalefet hali olduğunu söyler. Söylemin siyasi çerçevedeki yeri belki başka bir yazının konusu olabilir. Bizim konumuzla kesişen yeri ise kıymetli. Bizim, toplumcumuzdan gözlüğünden silmesini aksi halde kör kalacağını belirttiğimiz buğu budur işte, özlenen toplumun karakterini işlemek uğruna görmemezlik gelinmemesi gereken birey olarak insan halleri.