Türk Dili ve Dil Devrimi

Türk dilinin Sibirya ormanlarında tamgalarla başlayan serüveni, 20. yüzyılda Atatürk ile özüne dönmüş ve hak ettiği yeri almıştır.

Türk Dili ve Dil Devrimi
Yiğit Çınar
Yiğit Çınar
YAZAR

1789 Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan milliyetçi fikirler, dünyaya imparatorluklar içinde yaşayan ulusları derhal harekete geçirdi. Dönemin aydınları eserlerinde milliyetçilik konularını başlık edindiler ve bunu halka anlattılar. Bu durum elbette ki bir imparatorluk olan Osmanlı’yı da etkiledi.

19. yüzyılın başlarında çıkan Sırp isyanı, Osmanlı İmparatorluğu’nda çıkan ilk milliyetçi ayaklanmadır. Bunu takiben Yunan halkı başlattığı isyanın neticesini 1821 yılında alarak Yunanistan’ı bağımsız bir devlet haline getirdiler. Bunların ardından çeşitli etnik gruplar da isyan etmeye başlayıp bağımsız olma ideallerine ulaşmak için çalıştılar. Osmanlı’yı parçalamak isteyen emperyalist devletler ise hemen bu grupların destekçisi olup her şekilde yardım ettiler.

Milliyetçilik akımıyla çokça toprak kaybeden Osmanlı, devletin bekası için çeşitli akımlara başvurdu. Önce, elde kalan tüm sınırlarını korumak maksadıyla Osmanlıcılık fikri ortaya atıldı. Hiçbir etnik kimlik ayrıcalıklı sayılmayarak Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde olan tüm insanlara hitap etmek amaçlandı. Fakat milliyetçilik büyük bir hızla tüm dünyaya tesir ediyordu ve dolayısıyla bu politika işe yaramadı. Daha sonra, toprakların çok büyük bir kısmı İslam coğrafyasında olduğundan dolayı İslamcılık veya Ümmetçilik politikası uygulanmak istendi. Arap coğrafyası ve Kuzey Afrika topraklarında yaşayan halka hitap ettiler. Yalnız hesap edilmeyen bir unsur vardı. Araplar bağımsız bir devlet kurmak amacıyla İngilizlerle çoktan anlaşmışlardı. Bu çağrıya uymadılar ve bunun en güzel örneğini 1. Dünya Savaşı sırasında cihat çağrısına uymayarak gösterdiler. Bu iki yöntemin yanında bir de Batıcılık fikri ortaya çıkmıştı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile halka eşitlik, adalet verilmişti. Batılılaşma yolunda adımlar atılmıştı. Böyle devam edilirse, uygarlaşıp devleti yeniden yükseltebiliriz sesleri yükseldi. Batıcılık fikri yanlış anlaşıldı ve Türk edebiyatında dahi yanlış Batılılaşma gündeme geldi ve bu politika da işe yaramadı.

Sonuçta tek bir çözüm yolu kalmıştı. Yıllarca yüzünü gaza ve cihat politikası ile Batı’ya çevirip Anadolu insanını unutmuş olan Saray, öz kimliği olan Türklüğünü de unutmuştu. Bunu ancak aydınlar ile, aynı Fransa’da olduğu gibi yapılması lazımdı. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi isimler bu akımın öncüleri oldular.

Atatürk, öğrencilik yılları ve sonrasında Ziya Gökalp okumayı ihmal etmemişti. Onun Türkçülük fikirleri onu çok derinden etkilemişti. Orta Asya’da yaşayan Türkler ile hem kültürel hem dilsel hem de dinsel açıdan ortak bir paydada buluşma fikri ona çok mantıklı ve doğru gelmişti. Fransız Devrimi’ne etki eden yazarları da okuyup etkilenen Atatürk, Türk milleti için de bir çözüm yolu olduğunu, toprakları üzerinde yaşayan aydınlardan okumak ona büyük heyecan katmıştı. Eline bir kuvvet geçtiği anda, bunu uygulayacaktı.

Ziya Gökalp Türk dili için "Lisanımızı mana itibarıyla muasırlaştırmak lazım olduğu gibi, gramer, sözdizimi, imla hususlarında Türkleştirmek de gereklidir" demiştir. Aynı zamanda; "Çünkü Türkçeye göre Arabi, Farsi kelimeler ıstılahlarla sınırlı değildir. Birçok lüzumsuz Arapça ve Farsça kelimeler de dilimize girmiştir" deyip, "Türkiye’nin ulusal dili İstanbul Türkçesi’dir. Buna kuşku yok. Ancak İstanbul’da iki Türkçe var: Biri konuşulup da yazılmayan İstanbul Lehçesi, öteki yazılıp da konuşulmayan Osmanlı dilidir. Öyleyse yalnız bir seçenek kalıyor: Konuşma dilini yazarak yazı dili durumuna getirmek" demiştir.

Türkçenin Dünü ve Bugünü

Evet, Gökalp haklıydı. Çünkü İslamiyet ile birlikte Türk diline birçok Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar girmişti. Zamanla bazı Türkçe kelimeler unutulup bunlar kullanılmaya başlandı. Bunun yanında kullanılan alfabe de çoğunluğu Arap harflerinden oluşan bir alfabe ile değişti. Fakat burada bir sorun vardı. Çünkü gramer olarak uyuşmayan diller kaynaşmıştı. Türkçe, Ural-Altay dil dil ailesine (çekimli diller) mensupken Arapça ve Farsça Hint-Avrupa dil ailesine (çekimli diller) mensuptu. Bu sebepten sorunlar ortaya çıkıyordu.

Durum öyle bir hal almaya başladı ki, Saray başka dil Anadolu başka bir dil konuşur oldu. Arap harflerinin zorluğu, sesli harflerin olmaması yazarken ve okurken insanları zorlamaya başladı. Sonuçta halk okuma yazma öğrenemez oldu. Nihayetinde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde okuma yazma oranı Erkeklerde yüzde yedi, kadınlarda binde dört oranını buldu. Halk cahil kalıyordu, okuyup anlayamıyordu. Zaten ortada okuyabilecekleri pek fazla da kitap yoktu.

Ayrıca, Türkçemize giren yabancı kelimeler sadece Arapça ve Farsçadan ibaret değildi. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Batılılaşma yolunda ilerlerken Fransa etkisiyle Fransızca kitaplar çevrilirken sözcükler de dilimize girmiştir. Dil devrimini gerçekleştiren Atatürk’ün yazılarında dahi bununla karşılaşıyoruz.

Türk dili, Türk tarihi ile her zaman paralel ilerlemiştir. M.Ö. 20.000’lerde kaya ya da daha sert taşlara noktalayarak resim yapma tekniği ile başlıyor. -Tabii ki bu sadece Türklere özgü bir yöntem değil, o dönemde Orta Asya ve çevresinde yaşayan tüm halkların kullandığı bir yöntemdir. – Bu noktalar zamanla tamga halini alıyor. Sonraları 6. yüzyılda Yenisey Yazıtları ile bu tamgaların kelimelere dönüşüp bir şeyler anlatmaya başladığını görüyoruz. 8. yüzyılda ise Türk isminin tam anlamıyla geçtiği bir yazıt olan Orhun Kitabeleri ile karşılaşıyoruz. Göktürkçe olarak yazılmış bu abidelerden sonra 9. yüzyıldan itibaren Uygurca yazılmış eserleri görüyoruz. Göktürkçenin aksine (38 harf) daha az bir harf sayısıyla (18 harf) yeni bir Türk alfabesi oluşturup eserlerini bu şekilde yazmışlardır. Altun Yarug, Sekiz Yükmek, Irk Bitig gibi eserler Uygurca yazılmış olan eserlere örnek gösterilebilir.

İlerleyen yüzyıllarda Türk ülkeleri yıkılmış, içinde bulunan Türk boyları da kendi lehçelerini oluşturmuşlardır. Hakaniye, Çağatayca, Yakutça gibi lehçeler Orta Asya’daki lehçelere örnek olarak gösterilebilir.

İslamiyet’in kabulü ile dini daha iyi öğrenmek ve anlamak maksadıyla Arapça öğrenme hızı Türklerde arttı. Talas Savaşı’ndan sonra Türkler arasında İslam dini yaygınlaştı ve Arap etkisi de aynı oranda arttı. Karahanlı Devleti dönemi (9-13. YY) içerisinde yaşayan münevverler bu etkiyle birlikte eserlerini hem Türkçe hem Arapça yazmaya başladılar. Edebiyatta geçiş dönemi eserleri olarak bilinen Kutadgu Bilig, Atabetü’l Hakayık, Divan-ı Hikmet gibi eserler bu etki altında yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud ise, Türkçe’nin bu kötü yola girişini görmüş ve Araplara hem Türkçeyi öğretmek hem de Türkçenin de Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek için Divan-ı Lugattit Türk adlı sözlüğünü yazmıştır.

Oğuzların 11. yüzyılda Anadolu’ya yerleşmesi ile ortaya "Türkiye Türkçesi" adında bir lehçe çıktı. Bu kolun Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlıca, Çağdaş Türkiye Türkçesi şeklinde dönemleri de yıllar içerisinde gelişim gösterdi.

Türkler Anadolu’ya yerleşti ve sonrasında Selçuklu Devleti yıkıldı. Artından tüm Anadolu beyliklere ayrıldı. İkinci beylikler dönemi olarak adlandırılan bu dönemde, kendini Selçuklu Devleti’nin varisi olarak gören Karamanoğlu Beyliği, toprak ve güç olarak diğer beylikler arasında dikkat çekiyordu. Beyliğin hükümdarlarından olan Karamanoğlu Mehmet Bey 1217 yılında bir ferman çıkarmış: "Bugünden geru divanda, dergahta, bergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır" diyerek kültürel bir zafere imza attı.

1299’da kuruluşunu tamamlayan Osmanlı Beyliği, hem jeopolitik konumu hem de komşularındaki çeşitli siyasi bunalımları sayesinde hızlı bir biçimde büyümeye başladı. Bu büyüme ile beraber kültürel olarak ve aynı zamanda dilsel olarak da büyümeye başladı. Nitekim genişleyen topraklarla birlikte Arap ve Acem halk sayısı arttı ve 14. Yüzyılda başlayan Divan Edebiyatı etkisiyle farklılıklar baş göstermeye başladı. Halk ozanları, Halk Edebiyatı yerine Divan Edebiyatı’na yönelince padişahlar da bundan etkilendi. Padişahlığın yanında şairliği de olan hükümdarlar, Divan Edebiyatı çevresinde eserler vermeye başladılar. Padişahların bu tutumu fermanlara ve fetvalara da yansıdı. Aynı zamanda sınırlar içerisindeki halk daha çok kaynaştı ve dildeki kelime, tamlama, deyimler Anadolu’ya iyice yayıldı. Artık saf Türkçeye çok benzemeyen yapıda bir dil ortaya çıkmıştı.

Arap harflerinin yazıda kullanılmasını yanında bu dil ve gramer değişikliği birleşince halk ile saray arasında bir duvar örülmüş oldu. Halk okuyamıyor, öğrenemiyor ve cahil kalıyordu. Örnek olarak "tarafından" sözcüğü Arap alfabesine göre "trfndn" harfleriyle yazılır ama tarafından diye okunur. Gerçi hareke denen işaretler konarak doğru okuma sağlanabilir, ama Kuran yazısında görüldüğü gibi bu işaretler büyük bir kalabalık meydana getirerek yazıya yük olur. Bu yüzden normal kitap yazılarında hareke kullanılmaz.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan sonra çoğunlukla fetih politikası güttüğünden dolayı eğitimde, bilimde ilerleme yaşanamadı. 2. Mehmet çok iyi bir eğitim almış, Arapça, Farsça, Latince gibi dilleri bilen bir padişahken sonrasında gelen padişahlar bu tutumu çok fazla benimsememişlerdir. Nitekim devlet kademelerine yönetici kazandıran Enderun Mektebi dahi zamanla eski kalitesini kaybetmeye başladı.

Eğitimde, bilimde, sanatta ilerlemeyi ancak sınırlar içerisindeki azınlıklar sağlıyorlardı. 15. yüzyılda sınırlar içerisindeki ilk matbaayı Yahudiler kurdu. Farklı konularda ve tarzlarda kitaplar basıldı.

Rönesans ve Reform etkisini çok geç yakalayan Osmanlı Devleti, ancak 1727 yılında İbrahim Müteferrika ile matbaayı tanıyacaktı. Ancak bu girişim pek fazla fayda etmedi ve 17 farklı eser ve 22 ciltlik bir basım sağladı. Bu 17 eserin de çoğu dini içerikliydi. Fakat ortada bir sorun daha vardı, yazılanların hepsi Osmanlı Türkçesi olarak yazılıyordu. Yani Arap ve Fars harfleriyle donatılmış bir alfabe ile. Halk okuma yazma bilmiyor, harflerin zorluğu ve Türkçe ile olan gramer uyuşmazlığından dolayı öğrenmekte de güçlük yaşıyordu.

Osmanlı’nın son dönemlerinde okuma yazma oranları erkeklerde %7 kadınlarda ile 4/1000’tür.

Tanzimat Dönemi ve 2. Meşrutiyet dönemi aydınları, yazarları, şairleri çeşitli fikirler ortaya attılar. Latin harflerine geçmeyi o dönemlerde teklif edenler, sayıları az olsa da bulunuyordu. Bazıları sadece Arap alfabesini düzenlemeyi teklif ettiler. Yazımı kolaylaştırmak için çeşitli işler de yapıldı. Bunlardan biri Tanzimat Dönemi şairlerinden olan Şinasi’dir. Yazıya noktalama işaretlerini getirip uyarladı ve artık cümleler ayrılmış oldu.

Bu çalışmalar devlet kademelerinde de dikkat çekti. Bazı yöneticiler de bu konulara el attılar. Enver Paşa, daha sonra Enveriye veya Enver Elifbası olarak adlandırılacak bir sistem geliştirdi. 1914 yılında harfleri birleştirmeyerek ayrı ayrı yazılan bir alfabe tasarladı. Fakat Dünya Savaşı’nın olduğu bir dönemde bu sistem bürokrasiyi aksattığı için kaldırıldı.

Dünya Savaşı sonları ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde çıkan Milli Edebiyat akımı, cumhuriyet devrimlerinin önünü açtı ve katkılar sağladı. Dilin sadeleşmesi, Türkçe olmayan kelimelerin atılması, hece ölçüsünün kullanılmasını savunup buna dayanan eserler yazmaya başladılar:

Ah, ey Kızılırmak! Ağlıyor musun?
Dalgaların coşmuş, bilmiyor durmak,
Çöktü yüz bin ocak, anlıyor musun?
Ben geldim başına, isterim sormak:
Yüzlerce yıl evvel üstünden geçen
Türklerin başına nedir bu gelen?
Yasasız kalmışlar serserilikten
Kaçmak isterlerse yol verme, sen ak!
Ak, boğulsun kaçan, acıma ona.
İster misin yurda baykuşlar kona?
Geçmek lazım ise yok mudur Tuna?
Geriye bırakma, ak Kızılırmak!
ÖMER SEYFETTİN

Daha sonra bu Milli Edebiyat Dönemi şair ve yazarları, Harf Devrimi sonrası halka hizmetler verebilmek için pek çok eser yazıp, Millet Mektepleri ve Halkevleri’nde dersler verdiler.

Cumhuriyet Sonrası Türk Dili

Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Yunan ve gıyabında İngilizler İzmir’den denize dökülmüş, Sevr paçavrası yırtılıp atılmış ve küllerinden yeni bir Türk devleti kurulmuştu. 1920’de sinyalleri verilen cumhuriyet rejimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması sonrası ilan edilmişti. Artık siyasi ve ekonomik bağımsızlık elde edilmişti. Sıra dildeki bağımsızlığa gelmişti.

Daha Lozan Barış’ı imzalanmada, görüşmelere ara verildiği zaman Kazım Karabekir başkanlığında İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Ekonomik konuların yanında açılan bir konu da Meşrutiyet’ten beri konuşulan Latin harflerine geçilmesiydi. Kazım Karabekir bu öneriyi "Latin harfleri İslam birliğini bozacak" gerekçesiyle gündeme dahi getirmeden es geçti ve şiddetle karşı çıktı. Bu konu bir müddet rafa kaldırılmış oldu. Tabi bu duruma tek karşı çıkan Karabekir değildi. Daha sonraları "Atatürk’ün en büyük iki devrimi Cumhuriyet ve Dil Devrimi’dir" diyen İsmet İnönü de başlarda bu devrime karşı olduğunu itiraf etmiştir.

Atatürk’ün dil konusunda daha önce öğrencilik yıllarında ilgi duyduğunu ve o dönemdeki dil tartışmalarında ‘’tasfiyeciler’’ diye adlandırılan arılaştırmacılardan yana bir eğilim gösterdiğini, Cumhuriyet’ten sonra yoğun bir biçimde dil çalışmalarına yönlendiği yıllarda ise, kimi etkilenmeler sonucunda Güneş-Dil kuramını ortaya attığını da bilmemiz gerekmektedir.

Bu arada 1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde Bekir Çobanzade, Hasan Sabri Ayvazof, Ağamalioğlu Latin harflerinin kabulünü savundular ve bir alfabe projesi önerdiler. Özetle, bu harf değişikliği meselesi öyle bir günde ortaya çıkmış bir şey değildir, bir ihtiyaçtır ve mazisi vardır.
1927 yılında Türkiye’nin nüfusu 13.648.000’di. Bu nüfus içinde okuma bilenlerin sayısı 1.120.000 kişi, okuma bilmeyenlerin sayısı ise 12.528.000 kişiydi. Bu durumda eğitimde bir an önce bir sıçrama yapılmalıydı. Cumhuriyet hükumeti bu işe Latin aslından olan rakamları kabul etmekle başladı. 1928 yılı Mayıs sonlarında hükumet, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bu konu hakkında yasa önerisini sundu ve 1 Haziran 1928’de yasa yürürlüğe girdi. Bunun üzerine artık Meclis’te birçok hatip harflerin de değiştirilmesi eğilimini gösterir konuşmalar yaptılar. İşte bunun üzerine bütün gazete ve dergilerde Latin harflerinin kabulü meselesi tartışılmaya başlandı. Yazılanları çoğu Latin harflerinin kabulünden yana idi.
Devletin hazırlık ve girişimleri sürüp dururken, bazı kişiler de, Latin harflerini Türkçeye uyguluyorlardı. Bunlardan Paris’te oturan Dr. Rıza Nur 1928 yılında Oğuzname’yi İskenderiye’de Latin harfleriyle bastırmıştı. Bu olumlu sonuç üzerine, Başbakanlığın Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiği 20.05.1928 tarihli emir gereğince haziran ayı ortalarında, kullanmakta olduğumuz Arap harfleriyle yazının, Latin aslından Türk harfleriyle yazılması işini düzenlemek amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nda resmen bir Dil Encümeni kuruldu. Bu encümenin üyelerinden bazıları Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerdir.

Encümen Fransız, Alman, İngiliz, İtalyan, Macar gibi birçok ulusun alfabesini inceledi. Atatürk’ün başkanlığında ilk toplantısını 26 Haziran 1928 tarihinde yapan bu encümenin, önceleri üçü mebus üçü Maarif Vekili yüksek memuru, üçü de uzman olmak üzere dokuz kişiden oluşmuş üyesi, işlerinin artırıp genişlemesi üzerine, yeniden daha beş kişi eklenerek on dörde çıkarıldı.

Bu encümenin çalışmaları sonucunda çeşitli raporlar ortaya konulmuştur. Bunlardan biri Elifba Raporudur. Latin, İtalyan, Rumen, İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz, Alman, İsveç, Fin, Macar, Polonez, Hırvat, Arnavut, Azerbaycan, gibi Latin asıllı harfleri kullanan milletlerin sistemlerinin araştırılıp incelenmesi, Türkçeye mahsus Latin harflerinin seçilmesi ve bu konuda uyulan esaslar, Türk alfabesini teşkil eden harflerin çeşitli dillerde karşılıkları gibi maddeleri olan bu rapor aslında şu an kullandığımız Türkçe’nin temel kurallarını oluşturur. Bu raporda zamanla yapılan değişiklikler ile günümüz halini almıştır.

Atatürk, 1928 yılı Ağustos ayının sekizini dokuzuna bağlayan Perşembe gecesi İstanbul’da Gülhane Parkı’nda Cumhuriyet Halk Partisi’nin tertiplediği ve halkın da katıldığı bir eğlentide bir nutuk okumuştur:

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkar, zengin lisanımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk zamanda mükemmel bir suretle anlayacağız. Anladığımızın asarına yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Ben buna katiyetle eminim, siz de emin olunuz."

Bu konuşmadan sonra bir ölçüde uygulamaya geçilmiştir. Ağustos ayı içerisinde, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, gelecek yıl derslerin yeni harflerle yapılacağını açıkladı. Bunun yanında Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Hukuk Fakültesi diplomalarının yeni harflerle basılmasını emretti.

Atatürk’ün kaldığı Dolmabahçe Sarayı’nda da büyük çalışma salonuna bir kara tahta yerleştirildi. Gazetecilerden İbrahim Necmi Dilmen, 11 Ağustos 1928’de bu tahtanın başına geçerek, Atatürk’ün huzurunda dinleyenlere bir alfabe dersi verdi. 23 Ağustos’ta Atatürk Tekirdağ’da yeni harfler üzerine konuştu. Memurları tahta başına kaldırarak yeni harflerden imtihan etti. 25 Ağustos’ta Ankara’da Muallimler Birliği IV. Kongresinde öğretmenler, yeni harfleri öğretmek için ant içtiler. 29 Ağustos’ta Atatürk ve İsmet Paşa Dolmabahçe Sarayı’nda ümmilikle savaş üzerine konuştular. 29 Eylül’de ‘’yeni harfler marşı’’ bestelendi. Bu marşın sözlerini, mısralarını, yeni alfabenin harflerini sırayla metne alarak tertipleyen bizzat Atatürk’tü. Marşı, Cumhurreisliği orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör besteledi.

Atatürk Ağustos ayının sonu ve Eylül ve Ekim ayında Anadolu’yu gezerek kara tahtanın önünde yeni harfleri öğretip kimi zaman halkı imtihan etti.

Ağustos ayında Ertuğrul Yatı’na binen Atatürk önce Tekirdağ’a gitti. Sonra Bursa, Çanakkale, Maydos, ve Gelibolu’ya gitti. Bundan sonra da Sinop, Samsun ve Amasya yoluyla Turhan, Tokat, Sivas, Şarkışla ve Kayseri şehirlerini dolaşıp Ankara’ya döndü.

Tekirdağ’da bulunduğu zamandan bir olayı kısaca anlatalım:

"Atatürk’ün gelişini haber alan Tekirdağ halkı iskeleye yığılmış yalı boyunu doldurmuştu. (…) Atatürk vali odasında bir süre dinlendi. Hükumet konağının oda, salon ve koridorlarında bir kalabalık göze çarpıyordu. Atatürk birkaç dakika sonra: 'Bana bir Milliyet gazetesi getirir misiniz?’’ dedi. Bir Milliyet gazetesi getirip takdim ettiler. Atatürk Vilayet Genel Meclisi Salonu’na geçti. Milletvekilleri ile Vali, vilayet erkanından ve bazı ziyaretçilerden meydana gelen yarım halkanın önüne siyah bir yazı tahtası kondu. Türk milletine böylece ilk alfabe ve yazı dersinin verilmesi başlanmıştı. Atatürk orada bulunanlara sordu: 'Yeni Türk yazısını biliyor musunuz, bilmiyor musunuz?'Kalabalık arasından 'Öğrendik, öğreniyoruz' sesleri yükseldi.

Atatürk kalabalık arasından rastgele birini yazı tahtasının başına çağırdı. Yeni Türk harfleriyle bir cümle yazmasını söyledi. O zat tahtaya şu cümleyi yazdı: 'Büyük Gazi’ye malik olan Türkler bahtiyardırlar'. Bu cümlede bir iki harf yanlışı vardı. Onu da Atatürk kurallara göre açıklayarak düzeltti."

Atatürk bu seyahatte sadece halka alfabeyi öğretmiyor, öğrettiği sırada halkın zorlandığı imla kurallarında da değişikliğe gidiyordu ve bunu anında yapıyordu. Örnek olarak "Geliyor musun?" cümlesi Anadolu gezisi sırasında '' Geliyor-musun?'' olarak yazılıyordu. Atatürk bunun yazımının zor olduğunu ve gereksiz olduğunu görüp hemen Ankara'ya yazı yazarak ''-mi,-mı..." gibi eklerin arada tire olmadan yazılmasını söylüyor.

Atatürk bu gezisinden sonra 21 Eylül 1928 günü Ankara’ya dönmüş ve büyük gösterilerle karşılanmıştır. Ankara’ya döndüğü zaman sevinçlerini ve milletine teşekkürlerini şöyle açıkladı:

"Türk milletinin hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı meselesinde bu kadar yüksek şuur ve intikal ve bilhassa istical göstermekte olduğunu görmek benim için cidden büyük bir saadettir."

Mustafa Kemal Atatürk, devlet adamlarının, basının, aydınların ve en önemlisi de halkın hazır olduğunu hatta çoğunun çoktan yeni harfleri öğrendiğini görüp buna kanaat getirince hiç vakit kaybetmeden meclise bir yasa tasarısı verdi ve 1 Kasım 1928 günü mecliste onaylanarak "Yeni Türk Harflerinin Kabulü" yasallaşmış oldu. 1 Ocak 1929 günü yürürlüğe girmesi kararlaştırıldı.

Tabi bu 2 aylık süre içerisinde oturup beklenmeyecekti. Öğrencilerin yanında tüm halkın yeni harfleri öğrenebilmeleri için ‘’Millet Mektepleri’’ kuruldu. Kasabalarda Millet Mekteplerinin açılış törenleri davullu zurnalı, şenlikli olmuştu. Millet Mekteplerinin yükünü hafifletecek olan Türk Ocakları da bu işin altına elini sokarak aynı seferberliği onlar da göstermişlerdir. 1928-29 yılı eğitim döneminde Millet Mekteplerini bitirenlerin sayısı 602.927’dir.

Devrim Sonrası Gelişmeler

Türk dilini yeni harfler ile layık olduğu seviyeye getirmeyi amaçlayan Atatürk, bu amacını başka işlerle de pekiştirmeyi ihmal etmemiştir. Millet Mekteplerinden sonra Dolmabahçe Sarayı’nın Medhal Salonu’nda Türk Dil Kurultayları düzenlenmiştir. 1932’de birincisi yapılan bu kongrelerde Türkçeyi nasıl daha arı bir dil yapılabilir konuşulmuş, dünya üzerindeki yaşayan Türkler birbirlerini en rahat bir şekilde nasıl anlar diye kafa yorulmuştur. Saatler, günler hatta haftalar süren bu kurultaylara Atatürk başkanlık etmiş, yapılan işleri bizzat kontrol etmiş ve hatalı bulunanları düzelttirmiştir. Bu durumda da Türkçeye ne kadar hakim olduğu gözler önüne serilmiş oluyor.

Atatürk bir gün bir kurultay çalışmasında: "Bana bir konuşulan Türkçe yapacaksınız ki, dünyanın neresinde olursa olsun bütün Türkler, temelde bu dili anlayabilecekler. Bugün Türk anavatanı, Rus işgali altındadır. Komünizm, her yolu denemekte olan bir asimilasyon ve jenosit tatbikatı içindedir. Bir gün yıkılacaklardır fakat o günü bekleyemeyiz. Çünkü arkalarında kalanlar dillerini kökten kaybetmişler ve biz onlara hep birlikte anlayabileceğimiz bir dili vermezsek boşluk doldurulamaz. Sizden bunu istiyorum’’ demiş ve Ziya Gökalp’in çok önceleri değindiği konuyu gerçekleştirmek için harekete geçmiştir.

Türk Dil Kurultaylarında konuşulan konulardan en önemlisi muhtemelen Türk dilini sadeleştirmek ve yabancı kökenli kelimeleri atıp yerlerine Türkçe karşılıklar bulmaktı. Fakat yüzyıllardır süregelen bir kültürel bağın olması dolayısıyla Arapça ve Farsça kelimeler hatta atasözleri ve deyimler dahi Türkçeye çok yerleşmişti. Yerlerine yeni kelimeler bulunanların yanı sıra atılamayanlar, atılması ile günlük hayatta o boşluğu dolduracak yeni bir kelime türetilememesi sorunlara yol açmıştır.

Tam bu sıralarda Atatürk Güneş-Dil Teorisi’ni ortaya attı. Bu teoriye göre dünya üzerindeki tüm diller Türkçeden türemişti. 3. Türk Dil Kurultayı’nda 1936’da bütün yönleriyle incelenmiş tüm bulgular ortaya konmuştur. Bu kurultaydan sonra elde edilen veriler 1935-1938 yılları arasında 25 ciltlik bir kitap halinde bastırılmıştır. Dilden atılmak istenen sözcükler diğer dillere de Türkçeden geçtiği için bunları korumanın bir zararı yoktur düşüncesi hakimdi.

Aynı zamanda halk, kendi çabasıyla da öğrensin diye düşünülüp gazetelere yeni harflerin bulunduğu bir kısım eklendi. Karşılaştırmalı olarak harfler, sesler ve kelimeler gösterildi. Bunun yanında birçok semtte duvar veya ağaçlara yeni harflerin bulunduğu şablonlar asıldı. Kolay ve hızlı öğrenilmesi için her yol uygulandı.

Dilde yapılan devrim eğitimde sadece okuma yazma öğrenmek olarak kalmamalıydı. Bunu, okullarda gösterilen derslerde de uygulamak lazımdı. Bunun için Atatürk kolları sıvadı ve 44 sayfalık bir geometri kitabı yazdı. Bu 44 sayfada boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, üçgen, dörtgen, beşgen, altıgen, yatay, düşey, bölü, eşit, yamuk ve bunun gibi pek çok kelimeyi türetip bu amaca hizmet ettirmiştir.

Durum ne idi ne oldu?

Harf İnkılabına kadar okuma yazma oranları %3-4 oranında dolaşırken açılan okullar ve gönüllülük esasına dayalı verilen eğitimler sayesinde bu sayı 6 sene içerisinde %15.58’e çıkarılmıştır. 16.157.450 nüfusluk Türkiye’de 2.517.878 okuma yazma bilen insan olmuştur.

Okuma bilmemenin bir sonucu olan kitap okunamama sorununa da ve aynı zamanda kitap basım sorununa çözüm kendiliğinden gelmiş oldu. 1928-33 yılları arasında basılan kitap sayısı 3200 iken 1934-38 yılları arasında 6262, 1939-50 yılları arasında ise 28.084 adettir.

Yapılan bu çalışmaların yanında Atatürk, din konusunda da Türkçeye gerek değeri başka konularda da fazlasıyla vermiştir. 1923 yılında Türkçeyi tabiri caizse en yükseklere, cami minarelerine çıkarmış, ezanı Türkçe okutmuştur. Yine aynı şekilde 1930’lu yıllarda Elmalılı Hamdi Yazır’dan Türkçe Kuran tefsiri, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’dan ise Türkçe Kuran tercümesi istemiştir.

Sonuç Olarak

Son söz olarak söylemek gerekirse, Türkçe tarihsel süreç içerisinde çeşitli değişiklere uğramış, çoğu zaman bozulmasına rağmen kendini Anadolu ve Türkistan coğrafyasında saklamış bir dil olarak 20. Yüzyıla kadar gelmiştir. İslamiyet ile karşılaşan Türklerin muhtelif sebepler ile bazı dillerle daha çok kaynaşması ile bünyesine yeni kelime/tamlama/deyimler almıştır ve alfabesi de değişmiştir. Gramer farklılıkları dolayısıyla da bir uyuşmazlık yaşanmıştır. Halk okuyamaz hale gelmiş ve cahil kalmıştı. Bu durum da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sebeplerinden birisi olmuştur.

"Dedelerimizin mezarlarını okuyamıyoruz"veya "Bir gecede cahil kaldık" gibi cümleler boş ve gereksiz söylemlerdir. Dil Devrimi bir kanun ile değil, aksine aylar öncesinden çalışmaları yürütülmüş, halkın nabzı tutulmuş ve kanun tüm bunların değerlendirmesi sonucunda çıkarılmıştır.

Tarih Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve diğer Türkçü/milliyetçi aydınların yanında Atatürk’ü de haklı çıkarmış ve Dil Devrimi başarıya ulaşmıştır. Sibirya ormanlarında damgalarla başlayan serüven 20. Yüzyılda Atatürk ile özüne dönmüş ve hak ettiği yeri almıştır. Sözlerimi Ziya Gökalp’in ‘’Lisan’’ adlı şiiri ile bitiriyorum.

Lisan

Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması,
En saf, en ince bize


Arapçaya meyletme,
İran’a da hiç gitme.
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.

 

Yiğit Çınar

TGB İstanbul İl Yöneticisi

 

Kaynakça:

1- Abdi İpekçi – İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Dünya Yayınları, 2004
2- Afet İnan – Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları,1999
3- Andrew Mango – Atatürk "Modern Türkiye’nin Kurucusu", Remzi Kitabevi, 2006
4- Cevat Şenol – Anılarla Atatürk, Halk Kitabevi, 2015
5- Fethi Naci – 100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri, Gerçek Yayınevi, 1970
6- Faik Kurtulan – Altı Ok Altı İlke, 2015
7- İsa Öztürk – Harf Devrimi ve Sonuçları, Adam Yayınları, 2004
8- İlber Ortaylı – Batılılaşma Yolunda, İnkılap Kitabevi, 2007
9- İlber Ortaylı – Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kronik, 2018
10- Lord Kinross – Atatürk "Bir Milletin Yeniden Doğuşu", Altın Kitaplar, 2006
11- Mehmet Şakir Ülkütaşır – Atatürk ve Harf Devrimi, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, 1999
12- Muazzez İlmiye Çığ – Atatürk ve Sümerliler, Kaynak Yayınları, 2016
13- Mustafa Kemal Atatürk – Geometri, TDK, 2011
14- Önder Yazıcıoğlu – Türklerin Kültür Tarihi, Kalipso Yayınları, 2010
15- Sinan Meydan – Öteki Mehmet Akif "Vaiz", İnkılap Kitabevi, 2015
16- Sinan Meydan – Cumhuriyet Tarihi Yalanları 1, İnkılap Kitabevi, 2017
17- Şerafettin Turan – Atatürk’ün Düşünce Hayatını Etkileyen Olaylar Düşünürler Kitaplar, TTK, 2016
18- Şevket Süreyya Aydemir – Tek Adam "Cilt 3", Remzi Kitabevi, 2007
19- Ziya Gökalp – Türkçülüğün Esasları, Bordo Siyah Yayınları, 2004
20- Ziya Gökalp – Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Ötüken, 2017

tgb.gen.tr

Tarih:
Diğer Haberler