Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasının ardından 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın bir bölümünü, Türk boğazlarının statüsü oluşturuyordu. Boğazlar sorunu Lozan Konferansı'nın en çok tartışılan konusu olmuş ve nihayetinde bir sözleşme ortaya çıkmıştı. Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazların kontrolü Milletler Cemiyeti'ne bağlı Türkiye başkanlığındaki Uluslararası Boğazlar Komisyonu'na devrediliyor ve Boğazların askersizleştirilmesi kararlaştırılıyordu. Bu sözleşme ile genç Türkiye Cumhuriyeti Boğazlar konusunu kapatamamış fakat ileri bir tarihe ertelemişti.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin kusurları kısa sürede ortaya çıkmaya başladı. Askerden tecrit edilen İstanbul ve Boğazlar her türlü savunmadan mahrum bırakılmıştı. Değişen dünya dengesinin de etkisiyle Boğazlar rejimini kendi himayesi altında kurduran Milletler Cemiyeti işlemez hale gelmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versay Antlaşması sistemine dayanan Avrupa siyasi örgütü çöküş içindeydi. Hitler'in iktidara gelmesi ile silahsızlanma konferansının başarısızlığı; Almanya'nın yeniden silahlanması, uluslararası gerginliğin artması, Lokarno Antlaşması'nın feshi ve daha önce askersizleştirilmiş olan Ren bölgesinin işgali, bütün Versay Sistemi'ni sona erdirmişti. Mussolini'nin güttüğü siyaset yüzünden Akdeniz'de ortaya çıkan güvensizlik ve gitgide nazikleşen boğazların durumu, Türk Hükümeti'nin dikkatini tekrar çekmeye başlamıştı. Japonya'nın Milletler Cemiyeti'nden çekilmesi ve İtalya'nın 12 ada ile ilgilenmeye başlaması üzerine Türk Hükümeti, Boğazlar Sözleşmesi'nin tadili için Milletler Cemiyeti'ne başvurdu. 11 Nisan 1936'da da bir nota ile imzacı diğer devletlere tadili gerektiren deliller sıralandı ve yeni Boğazlar rejiminin akdi için görüşmelere hazır olunduğunu bildirildi.
MONTRÖ KONFERANSI'NDAKİ TARTIŞMALAR
Montrö Konferansı Avusturalya, Büyük Britanya, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Romanya, Sovyetler Birliği, Türkiye ve Yugoslavya hükümetlerinin katılımıyla 22 Haziran 1936 günü açıldı. Türkiye Delegasyonu'nun başkanlığını Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras yapıyordu. Konferans hemen Karadeniz'de sahili olan ve olmayan devletler arasındaki menfaatlerin çatışmasıyla başladı. Sovyetler Birliği kıyıdaş devletlerin Boğazlardan geçmesi için tam serbesti verilmesini ve sahili olmayan devletlere ait gemilerin mümkün olduğunca kısıtlanmasını istiyordu. İngiltere ise hareket serbestisini ve Boğazlar Komisyonu'nu koruma gayreti içindeydi. İki zıt görüş arasında kalan Türkiye ise meseleyi kendi güvenliği açısından ele aldı. Tartışmalar sonucu ortaya çıkan metinde Boğazlar Komisyonu ortadan kaldırılmakla birlikte, çeşitli kısıtlamalar getirildi. Türk tarafında bu kısıtlamaların mutlak egemenliğine zarar verdiği görüşü belirdi. Bu nedenle sözleşmenin geçiciliği Türkiye lehine şart koşuldu ve 20 yıl geçerli olmak üzere 20 Temmuz 1936 yılında imzalandı.
ATATÜRK'ÜN TEBRİK MESAJI
Mustafa Kemal Atatürk, Sözleşme'nin imzalanmasından bir gün önce Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'a dikkat çeken bir tebrik mesajı gönderdi. Atatürk şöyle yazıyordu:
"Dr. Aras
Türkiye Cumhuriyeti Dış Bakanı – Montreux (Montrö)
Tebrik ederim; Montreux Konferansı’nı pek parlak demeyeceğim, makul neticelendirebildiğinden dolayı. Ümit etmek isterim ki, dünya medeni ve insani alemi bizim Türklük namına aldığımız uysallığı, fedakarlığı takdir edeceklerdir.
Yukarıda vermek istediğim parlaklığı, bu muvaffakiyetinizi zafer haline getirecek bundan sonraki yüksek neticeler almanıza saklıyorum. Türkiye ve Türk milleti, Türk’ün yüksek haklarını dünya devletleri karşısında muvaffakiyetle müdafaa edebilen ve neticelendirebilen senin gibi yüksek diplomatlarıyla kıvanç duyar.
Bu işte sizinle beraber çalışan, size büyük zeka ve gayretleriyle yakından yardım eden güzide arkadaşlarımızın ayrı ayrı ve senin gözlerinden öperim. Bu tebrik telgrafımı sana yazmamı, mesele ile ve seninle çok alakalı olarak meşgul olan hükümetimizin, bana sizin muvaffakiyetinizi müjdelemelerine borçluyum. Onlara da ayrıca teşekkür ederim." [1]
ORDU, YİNE ORDU, HEP ORDU
Genç Cumhuriyet'in ideologlarından, Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşı Mahmut Esat Bozkurt da Montrö'nün imzalanmasının ardından 17 Ağustos 1936'da bir yazı kaleme aldı. "Montrö'yü ve bütün sözleşmeleri korumanın anahtarı: Ordu, Yine Ordu, Hep Ordu!" [2] başlığıyla yayımlanan yazıda Bozkurt, şunları söylüyordu:
"[…] Tarihi okuyorum. Ve onun bize anlattığı zaferleri düşünüyorum. Fakat bunlardan hangisi sırtını silaha dayamadı? Hangisi galip bir kılıcın peşi sıra doğmadı?!.
Büyük İskender'in Makedonya'sı mı? Sezar'ların Roma'sı mı? Cengiz'lerin, Timur'ların Asya imparatorlukları mı? Batı Türklerinin dünya hegemonyası mı? Napolyon'ların Fransa'sı mı? Modern İngiliz imparatorluğu mu? Emperyalist Fransız demokrasisi mi?! Japonya, Amerika mı? Sömürgeci İtalyan faşizmi mi? Bunların hangisi lafla, nutukla, ukalalıkla elde edildi? Hangisi?!.
Denebilir ki, bütün bunlar kuvvetin hakka galebesidir.
İşin felsefesiyle meşgul değilim. Zaferlerin yaradanını ve koruyucusunu arıyorum. Yaşamak isteyenlerin ve yaşayanların başvurduğu çareyi göstermek istiyorum.
"Tarihi okuyorum. Onun bize anlattığı büyük ihtilalleri, büyük fikir cereyanlarını düşünüyorum. İnsanlığı haklarına kavuşturan büyük dünya hareketlerini düşünüyorum.
Fakat bunların hangisi sırtlarını kuvvete dayamadan seslerini duyurabildiler? Hangisi elde kılıç hasmının başına vura vura onu yere sermeden, onu pıhtılaşmış kanında boğmadan yerini aldı ve kendini tanıtabildi?
Büyük Fransız İhtilali mi? Büyük Sosyalist İhtilali mi? Büyük Atatürk İhtilali mi? Hitler hareketleri mi?
İnsanlığa yeni bir yaşayış çağı açan bu hareketlerin hangisi lafla, hitabetle, ukalalıkla elde edildi?! Hangisi?!
Hangi hak ve hareket, en haklı bir varlık bile sıkıntılı bir günde tutunmak, varım, var olacağım diyebilmek için silahı ihmal edebilir?! Hangisi?!
"Tarihi okuyorum. Onun anlattığı realiteleri düşünüyorum.
Biz, 1856 Paris Antlaşması'yla Avrupa konserine [birliğine] girmiş bulunuyorduk. Daha o zaman, fiilen ve hukuken kapitülasyonlardan kurtulmuş olmamız lazımdı. Fakat bu elde edilen hak daha tatbikata girmeden öldü. Yazıldığı kâğıt ona bir kefen oldu. Paris Antlaşması'nı imzalayanlar o hakkı bize tatbik ettirmediler bile. Zaten Kırım Savaşı'na üç devletin yedeğinde canlı cenaze gibi girmiştik.
Demek ki, zaman oluyor, zafer bile hakkın yerini bulmasına az geliyor. Hak, canlı cenazelerin değil, dirilerin ve güçlülerindir.
Son Montrö Konferansı'nı bir lahzacık düşünebiliriz. Boğazlar'ı kapamak bizim her bakımdan söz götürmez bir hakkımızdı. Neden bu hak bugüne kadar kaldı? Ve ancak bugün yerini bulabildi? Boğazlar silahlandı. Neden? Sadece haklı olduğumuzdan mı?!
Fakat bir an korka korka düşünelim: Türk ordusu bugünkü kudretinde olmasaydı, bu hak bize belagatle, hitabetle, mantıkla teslim edilecek miydi?
Cevabını azıcık düşünenler versin!..
Hak silahla alınıyor ve mutlaka silahla bekleniyor [korunuyor]. Onu korumanın başka yolu yok.
Bütün bunlar için ordu, yine ordu, hep ordu. Böyle olmalı. Olup olacakla meşgul değilim; meşgul olmaya da vaktim yok. Ben, olanı söylüyorum.
"Tarihi okuyorum. Onun anlattığı realiteleri düşünüyorum.
İç ve dış bakımlardan haklarını kaybetmiş milletler günün birinde silaha sarılmak kabiliyetini göstermedikçe, sürüne sürüne bile yaşayamayacaklardır. Onlar, dünyaya armağan olarak korkunç esir mezarları bırakacaklardır. Ve bütün bir tarih içinde onların adı sanı birer mezar olarak kalacaktır.
İşte Asya Mançurya'sı, Afrika Habeşistan'ı vs.
"Tarihi okuyorum. Realiteleri düşünüyorum.
En medeni millet kimdir? Bunu kendi kendime soruyorum.
Aldığım cevap şudur: En medeni millet, en güçlü millettir. İnsan gibi, insan olarak yaşama hakkı güçlü milletlerindir; tıpkı şahıslar gibi…
Ölmüş büyük medeniyetlerin enkazı bana şu hakikatleri haykırıyor:
"Kuvvetli idik, âlemlere hâkim olduk; zayıf düştük, öldük!"
Bence modern medeniyetin tılsımı, modern bir orduyu bütün levazımıyla, maddî, manevî bütün ihtiyaçlarıyla aynı ülke içinde yaratabilmektedir.
Büyük savaş endüstrisi istiyoruz.
Atatürk büyük Nutuk'unda "Savaş iki milletin maddî, manevî bütün varlıklarıyla ayağa kalkarak birbirleriyle vuruşmasıdır" dedi.
"Tarihi okuyorum. Ve düşünüyorum:
Her gün her vesileyle çekilen silah aşınır. Zamanında kullanılmayanı paslanır. Hak ve şuur silahın bileğitaşıdır. Onun en iyi kestiği an işte bu andır; hakka dayandığı, şuurla kullanıldığı zamandır."
Kaynaklar:
[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 28. Cilt, Sf.235.
[2] Mahmut Esat Bozkurt, "Ordu, Yine Ordu, Hep Ordu!", Son Posta, 18 Ağustos 1936, No: 2172, s.1, 8; Mahmut Esat Bozkurt, Toplu Eserler III, Haz. Şaduman Halıcı, Kaynak Yayınları, İstanbul, s.253-256.
'KAPILARIM KAPALIDIR İSTEDİĞİM GİBİ AÇARIM'
Atatürk, Montrö tartışmaları sürerken Cumhuriyet Gazetesi'nde Yunus Nadi'ye bir yazı kaleme aldırdı. 10 Temmuz 1936 tarihli bu yazıda Türkiye'nin Boğazlar meselesine bakışı açık şekilde tarif ediliyordu:
"Boğazlar ve Boğaz suları Türk'ün tam hakimiyet ve istiklâlinin ifadesidir.
Biz Türkler, Boğazlar rejiminin Türkiye emniyeti için zamanla teşkil ettiği tehlikenin endişe ve heyecanlarını yaşadık. Kuvvetlerimizin derhal bu endişeleri bertaraf edecek tertib ve tedbir almağa müsaid olduğunda cihanın şüphesi yoktur.
Buna rağmen istedik ki bizim doğru görüşümüzü doğru gördüğünü zannettiğimiz bütün medenî âlemin tetkik ve mütaleasına arzedelim, ve onlar bizimle beraber, bizimle müştereken hakikati görmüş olduklarını ifade etsinler.
Biz bu tarzı hareketi öteden beri dünyaca tanınmış olan sulhseverlik politikamızın çok samimi bir icabı olarak düşündük; ve gene düşündük ki eğer cihanda medenî camialar sulh severseler -ki bunun böyle olduğunu hâlâ büyük saffetle kabul etmekteyiz- derhal bizim hüsnüniyetle dolu tezimizi kabul ve onu biran evvel tasdik edecekler ve mer’iyet mevkiine koyacaklardır.
Acaba aldandık mı? Türk efkârı umumiyesi bunu asla zannetmiyor. çünkü Türk efkârı umumiyesi mukadderatını tevdi ettiği Cumhuriyet Hükümeti'nin bu kadar bönlük edeceğini asla kabul etmemiştir ve etmez. Hakikati halde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Meclis'i, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Reisi hiçbir vakit öyle bir sıfatla tavsif olunmamıştır ve olunamaz.
Eğer Boğazlar meselesinde Türkiye'nin bu temiz ve insanî hareketi, olduğu temizliğinde, kabul olunmakla beraber onun bu temiz kalbliliği göstermiş olmasından dolayı alâkadarlardan herhangi biri ve diğerleri tarafından mantık oyunlarile istifadeye teşebbüs şemmesi olursa bunu Türk milletinin anlamamasına imkân yoktur. Bu takdirde dünya bilmelidir ki Türk milletinin şüpheli gördüğü bir işi Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yapamaz.
Boğazlar meselesinde dostlarımıza açık sözümüz şudur: Türk milletinin, Türk vatanının tam emniyeti tedbirleri -ki bunlar hiçbir dost devleti ve hatta hiçbir devleti mutazarrır etmez- hakkile tahakkuk ettirilmedikçe yapılacak herhangi bir rejimin Türk milletime kabule lâyık görülemiyeceğine şimdiden inanmalıdır.
Türk milleti Boğazlar meselesinde düşündüklerini şöyle hulâsa eder:
- a. Boğazlar ve Boğazlar suları Türk'ün tam hâkimiyet ve istiklâlinin ifadesidir. Orada yalnız Türk hâkimiyeti, kayıdsız ve şartsız, caridir ve cari olacaktır. Fakat,
- b. Türkiye o kadar modern zihniyette içtimai bir heyettir ki medeni, insani ve ticari âleme kapılarımızı kapalı tutmak gibi bir düşünceden uzak ve yüksektir.
- c. Ancak Türkiye'nin bu ulüvvü insaniyetinin tanınmış olduğunu görmek isteriz ve tanıyanların bunu bir formülle ifade eylemelerine intizar eyleriz. Yoksa,
- d. Türkiye'nin evinin, hariminin kapıları olan Boğazlardan her istiyen istediği gibi geçebilmek hakkının istihsali yoluna giderse işte o zaman Boğazlar meselesi tam hallolunmuştur. Şu şekilde,
- e. Bu takdirde Türk der ki: kapılarım kapalıdır. İstediğime istediğim gibi açarım, ve buna muktedirim."
AYDINLIK